New York’ta başlatılan Emekçi Kadın mücadelesinin bayrağını 151 yıldır onurla taşıyanlara merhaba.
8 Mart’ın tarihçesini basmakalıp sözlerle, her 8 Martta anlatmak, gelenek haline geldi artık. Amacım, bu geleneği yerine getirmek değil elbette. Mücadelenin, kadının özgürleşmesine ve demokrasiye kattıklarını anımsatmak, bu uğurda yitirdiğimiz o güzel yürekleri saygıyla anmaktır.
Amerika’da 1857-1908’li yıllarda, emek cephesinde yükselen örgütlü kadın direnişi, tüm dünya kadınlarının özgürlük mücadelesinin sembolü olmuştur. 8 Mart 1857’de, günlük çalışma süresinin kısaltılması, ücretlerin arttırılması, işten çıkartılmaların durdurulması, eşit işe eşit ücret ve örgütlenme hakkı talepleriyle 40.000 dokuma işçisi kadın emekçinin başlattığı direnişte, 129 kadın işçi yaşamını yitirdi; çok sayıda kadın işçi de yaralandı. 53 yıl sonra, 8 Mart 1910’da Danimarka’nın Kopenhag kentinde, 17 ülkeden 100 kadın delegenin katıldığı, ikinci Kadın Enternasyonali’nde, 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak ilan edildi. Ertesi yıl Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de kitlesel olarak kutlandı. Türkiye’de ise ilk defa 1920’de İstanbul’da kutlandı. 1975’ten beri her yıl kitlesel olarak kutlanmaktadır. Emekçi kadınlar, grevlerde ve direnişlerde bedenlerini ateşe vererek yarattılar 8 Martı. Özgür, eşit ve adil bir yaşam için yüreklerini sürdüler yangının orta yerine. Ama çok acıdır ki tam 148 yıl sonra, bu kez Bursa’da 29 Aralık 2005 tarihinde fazla mesaiye kalan 5 tekstil işçisi kadın, fabrikada çıkan yangında, geride ertelenmiş düşlerini, yaşanmamış aşklarını bırakarak rahminde can verdiği doğmamış bebesiyle, çaresizlik içinde yaşama veda etti. Çıkan yangında ölen beş genç kadından biri 3 aylık hamileydi, ikisinin sigortası ise öldükten 4 gün sonra yaptırıldı. Oysaki fabrika sigortalıydı. Ne acıdır ki, insanlık tarihinde kadının payına hep yanmak düşmüştür. Trajedi devam etmiş yine 2007 yılı Şubat ayında Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde yaşları 12-15 arasında değişen günlük 5-7 lira yevmiye ile çalışan çoğunluğu kadın ve çocuk olan tarım işçilerinin yaşadığı kaza, taşeron firmanın ucuz emek daha fazla kâr hırsı on kadına mezar olmuştu. KESK’li kadın emekçiler olarak, TİGEM Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nde kadınların can verdiği Çırpı Deresi’ne karanfil atmamız dahi engellendi. Geride bıraktıklarının Kürtçe, Arapça ağıtları ve çaresizlikleri, Emine, Fatma, Zehra, Hatice, Naile, Anut, Hurfe, Sidar, Hatun, Zehra’nın acıları hafızalarımızda tazedir. Arzu Öğren 4b’li hemşire. Bolu da çalıştığı hastanede hastanın yarasına merhem olurken Kırım Kongo Kanamalı Ateşine yakalandı ve performansının bedelini canıyla ödedi. Peki okulun içine kadar kovalanarak ayrıldığı eşi tarafından öldürülen kadın. Artık toprağındı. Güldünya, Üzmez vakaları ve daha niceleri. Günlük haberler içerisinde iki üç gün konuşulduktan sonra gündemden düştüler. Kadınların tarihi ve talihi değişmedi.
Kadınlar asırlar boyu şiddete uğradı, töre ve namus cinayetinde öldürüldü, cinsel kültürel aşağılanmaya uğradı, işkence gördü, savaşların mağduru oldu. Katliamlar yaşadı. İsyan etti isyanının izlerini bıraktı. Güvenli işyerlerinin, sokakların ve evlerin mücadelesini verdi.
Geçmişteki kadın hareketleri, bazı kazanımlar elde etmekle beraber, kurumsal anlamda mücadeleyi geliştiremediğinden, gerekli başarıyı sağlayamamıştır. Çünkü hep parçalı düşünmüştür. Oysaki mevcut erkek egemen sistem, kendini sadece kaba kuvvetle değil; kanun, yazı, töre ve geleneklerle güvence altına almış; dilde, deyimlerde, atasözlerinde, şarkılarda, şiirlerde, filmlerde, kısaca tüm kültür ürünlerinde ifadesini bularak ezilenlerin kendilerini, “onların gözüyle” görmelerini sağlamıştır. Bu da, erkek egemen ideolojinin başarısıdır. Her ne kadar kadın ilk ezilen insan ve cins ise de, aslında bu, insanlığın kaybediş öyküsünün başlangıcıdır da. Kim bilir kaç bin yıllık kanayan yarasıdır insanlığın?
Son 20 yılda yapılan analizlerin doğru yorumlanması ve verilen doğru mücadeleler sonucunda, kadın bilincinde sınırlı da olsa bir gelişme sağlanmış olmakla birlikte, egemenlerin derin ve kapsamlı çabaları karşısında köklü bir zihniyet devriminin zorunluluğu da bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bugün dünyanın birçok yerinde kadınlar kendi özünün ifadesi olan demokratikleşme temelinde birlikte mücadele etme kararlığına varmış, özgün ve bağımsız örgütlenmelerini oluşturarak, içinde yer aldıkları Demokratik Kitle Örgütlerinde kota tartışmalarını başlatarak, siyasal partilerdeki kota uygulamalarının önünü de açmışlardır. Ancak, bunların çok yetersiz olduğu, kadının özgürleşmesinin bazı kurum ve partilerde yine erkekler tarafından bahşedilen bazı kota uygulamaları ile sağlanamayacağı açıkça görülmektedir. Türkiye’de 1934’de kadının seçme ve seçilme hakkının bahşedilerek verilmesi ve o günden bu güne Meclisteki kadın sandalye sayısının durumundaki vahamet, bunun kanıtıdır. Kaldı ki; kadın fiziğine sahip olmak erkek zihniyetinden arınmaya yetmemektedir. Bugün siyaset erkek diliyle yapılmaktadır. Dolayısıyla meclise kadın olarak girmek sorunu çözmemektedir. Meclisteki sistemin devamı partilerin kadın vekilleri daha ziyade görüntüyü kurtarmaya yönelik bir vitrin işlevi görmektedirler. Çözüm erkek bilinci taşıyan kadınları zoraki olarak meclise taşımak değil, siyasetin bütününe kadın bilincini ve kadın ruhunu yerleştirmekten geçmektedir. Kadınların yüklendiği rol, vitrini süslemek olmamalıdır.
Kendimiz olmak emeksiz gerçekleşecek bir şey değildir. Artık, başkaları benim yerime karar versin ve yapsın anlayışından vazgeçmeliyiz.
Bugünkü konumumuzun nedeni değil midir; yetinmecilik, bahanecilik, şikâyetçilik, kendine güvensizlik, başkaları için ve başkalarına göre yaşamak… Mücadele etmeden hazırcı bir anlayışla, bizim özgürlüğümüzün önünde en büyük engel olarak duran erkek egemen ideolojinin üyelerinden özgürlük dilenmek sorunu ne kadar çözebilir ki? Hangi özgürlük ezen kesimden dilenerek kazanılmıştır bugüne kadar? Elbette kadınlar yaşamın her alanında eşit şeklide temsil edilmelidir. Ama bunun yolu kadının mücadelesinden ve kimliğine sahip çıkmasından geçer.
Nasıl ve neye göre yaşamalı sorusuna cevap aramanın zamanı geldi geçiyor. Dışlanmış, zayıf düşmüş, şiddetin ve baskının her türüne maruz kalmış, kimliksizleşmiş kadın; ancak bağımlılıktan kurtularak, kendi ayakları üzerinde durarak, sevgiye, saygıya dayalı eşit ve özgür bir yaşamı kurabilir. Artık yüreğimizi, beynimizi doğadaki tüm canlılara açarak, gerçek barışı, adaleti ve özgür bir dünyayı yaratabiliriz.
Kadınlar geçmişten günümüze toplumsal ilişkilerin, siyasetin ve akıp giden yaşamın tüm hücrelerine sinen bu şiddet kültürüne karşı direnmenin ne kadar zor olduğunun bilinciyle hareket etmek durumundadır.
Daha derin kapsamlı bir bakışla ve de 8 Mart’ın direnişçi ruhuyla, birlik, beraberlik ve dayanışma ile insanlığın kaybediş öyküsünden, geleceğin yeniden kazanılacağı destanları yaratabilmek inancıyla…
“Ömrün kırık bir karne gibi duruyorsa önünde.
Ve kadınlık kenara kaldırılmış hüzünlü bir işleme gibiyse…
Önce ayağı kalkmalı,
Kol kola girip, geç kalınmış olsa da yola çıkmalı,
Ayakta terlik, çorapsız belki, belki vücudunun belirli yerlerinde yaralar taşıyarak, bir ömür uzunluğunda bağırmalı…
Sesi senden olanlarla, rengi senden, dili senden, yüreği senden olanlarla bağırmalı.
Tüm kadınlarla tüm zamanlara bağırmalı.”
Bedriye Yorgun
SES Genel Başkanı (09 Mart 2009 Evrensel)