Erinç Yeldan
09.04.2008 Cumhuriyet
Türkiye İstatistik Kurumu’nun geçen hafta yayımladığı verilere göre 2007 yılında Türkiye ekonomisinin büyüme hızı yüzde 4.5’e geriledi. 2007’nin son çeyreğine bakacak olursak büyüme hızı sadece yüzde 3.4 düzeyinde gerçekleşmiş durumda. Söz konusu rakamlar Türkiye’nin son altı yıldır elde etmekte olduğu büyüme performansının giderek durgunluğa doğru yönelmekte olduğunu vurguluyor. Gerileyen büyüme hızının ardında en önemli etkenin çökmekte olan tarım sektörü olduğu gözleniyor.
Tarım sektörü 2006 yılı boyunca ortalama olarak sadece yüzde 1.3 düzeyinde bir büyüme kaydetmişti. 2007 yılı ortalaması ise eksi yüzde 7.3 olarak gerçekleşti. 2007’nin son çeyreğinde ise tarımsal hasıladaki daralmanın yüzde 10’u aşmış olduğu görülmekte. Bu yüzden tarım sektöründe “gerileme” ya da “durgunluk” gibi sözlerin gerçeği yansıtmayacağını; bunun yerine çöküş ifadesinin daha doğru olacağını düşünmekteyiz.
2008 yılına girerken durgunluğa sürüklenen sadece Türkiye ekonomisi değil elbette. Örneğin IMF geçen hafta sonunda Küresel İstikrar ve Dünya Ekonomik Görünümü Raporu ‘nun ilk üç bölümünü yayımladı. IMF raporunun bu hafta sonu yayımlanması beklenen ek veri tabanı , dünya ekonomisindeki durgunluğun “piyasa beklentilerini aşacağı” uyarısını veriyor. IMF’nin nicel öngörülerini henüz bilemiyoruz; ancak bu satırlar yazıldığı sırada, örgütün icra direktörü Dominique Strauss-Kahn , bu hafta sonu yayımlanacak olan verilere göre iyimser olmanın zorlaştığını, zira dünya ekonomisindeki durgunluğun sadece gelişmiş ülkelerle sınırlı kalmayıp Çin ve Hindistan da dahil olmak üzere tüm küresel ekonomiye sıçramakta olduğunu dile getirmekteydi.
Türkiye ekonomisinin daha küresel krizin şok dalgalarının kıyılarımıza vurmadan önce durgunluk eğilimine girmiş olması endişe verici olmakla birlikte, ne yazık ki hiç de şaşırtıcı değildir. Türkiye’nin hızla derinleşen dış borç bağımlılığının ve spekülatif finansal sermaye girişleri ya da bir defalık ve geçici özelleştirmeler, arazi ve şirket satışları ile karşılanan dış açıklarının, uluslararası ekonomideki herhangi bir sarsıntıdan ilk elde ve en şiddetli ölçüde etkilenecek ülke konumunda olacağı defalarca dile getirilmiş idi. Türkiye’nin 2003’ten bu yana şiddetli bir biçimde artan dış kırılganlıkları ortada iken, yaklaşmakta olan krizin “nedenlerini” daha şimdiden “siyasi gerginliklere” ve “IMF ile olan ilişkilerin bozulmasına” bağlama telaşı ise en hafif deyim ile gerçeklere göz kapamaktır.
***
Sözü IMF’ye getirmişken, geçen hafta içerisinde IMF’nin yukarıda değindiğim Dünya Ekonomisi Görünümü raporunun yayımlanmış olan bölümlerinde kaleme alınan ve IMF’nin ulusal merkez bankalarının “yeni” görevlerinin neler olması gerektiği konusundaki “yeni öğretilerini” sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim. Rapora göre, merkez bankaları bundan böyle faiz politikalarını belirlerken sadece enflasyonu hedeflemekle ve fiyat istikrarı ile değil, aynı zamanda konut fiyatlarını (ve giderek diğer finansal varlıkların fiyatlarını) da dikkate almak zorunda olmalıdır.
Bu ne demektir? Açalım: IMF uzmanlarına göre, artık sadece enflasyon hedeflemesi ve fiyat istikrarı ile ilgilenme dönemi sona ermiştir. Finansal varlık fiyatlarındaki iniş ve çıkışlar finansal sistemi küresel çapta tehdit edecek boyuta ulaştığından, merkez bankaları bundan böyle finansal sistemdeki varlıkların fiyatlarını da istikrara kavuşturmaya çalışmalıdır. Bu yeni görevin “döviz kurlarına müdahaleyi” de kapsayıp kapsamayacağı henüz bilinmiyor.
Ancak bir gerçek çok açık; yıllardır Türkiye ve benzeri ülkelere “Sakın fiyat istikrarından başka ekonomik değişkenler ile ilgilenmeyin” direktiflerini dile getiren IMF uzmanları, söz konusu durum finansal sistemin krize girmesi tehlikesi olduğunda, “merkez bankalarının politikalarının genişletilmesi gerektiği” uyarılarını yapmaktan hiç çekinmiyorlar. Yıllardır dış açıklar ve dış borçlanma furyası çığ gibi büyürken, “Döviz kuru ve finansal varlıklara karışmayın” çağrıları yapan IMF uzmanları, şimdi birdenbire “Varlık fiyatlarını göz ardı etmeyin” uyarısıyla ortaya çıkıyor. Neden? Acaba IMF yetkililerine göre, finansal sistemin “sağlığı” , reel ekonominin dengelerinden daha önemli olduğu için mi?