Mersin KESK Şubeler Platformu, KESK’in “Güvenceli İş, Güvenli Gelecek Haktır” kampanyasına ilişkin olarak Mersin Eğitim-Sen Şubesi’nde basın toplantısı düzenledi.
Açıklamayı yapan KESK Merkez Yürütme Kurulu Üyesi İlhan Yiğit, “Güvenceli iş, güvenli gelecek haktır. Tüm kamu emekçilerini haklarına sahip çıkmak için 24 Mayıs’ta Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı önünde omuz omuza olmaya çağırıyoruz” diye konuştu.
Yiğit, sözlerine şöyle devam etti: “Neo liberal politikaların hakim olduğu her ülke gibi, Türkiye’de de emeği ile yaşam mücadelesi veren milyonlar Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günleri 1 Mayıs’a sorunlarının hiç olmadığı kadar ağırlaştığı bir dönemde girmeye hazırlanıyor. Rekor üstüne rekor kıran işsizlikten enflasyona, düşüşe geçen büyümeden, üretime kadar tüm veriler ülkede yaşanan ekonomik krizin gittikçe derinleştiğini gösteriyor. Son olarak on gün önce açıklanan paketten halkın üzerindeki vergi yükünü daha da artıran, bu vergileri ve işçilerden emekçilerden zorla kesilen BES’i, Kıdem tazminatı, İşsizlik Fonu birikimlerini, Hazine ve Maliye Bakanı’nın tabiriyle, sermayeye- patronlara ‘kanalize’ etmeyi hedefleyen acı bir reçete daha çıkmıştır. Hem söz konusu IMF’siz IMF programı ile uyumlu paket, hem de hükümet çevrelerinden yapılan “seçimden sonra ilk işimiz personel reformu olacak” beyanatları kamu emekçilerinin başta sınırlı iş güvencesi ve sosyal güvenlik olmak üzere son haklarını da tamamen ortadan kaldıracak bir tehlikenin artık kapımıza dayandığını göstermektedir. Yaşanan bu saldırı dalgası işçilerin, emekçilerin birliğine, dayanışmasına, ortak talepleri için omuz omuza mücadele etmesine olan ihtiyacı her zamankinden daha yakıcı hale getirmiştir. Dolayısıyla işçilerin, emekçilerin haklarını koruma ve geliştirmekle görevli tüm konfederasyonların, sendikaların bu yakıcı ihtiyaca cevap verme görev ve sorumluluğu da artmıştır. Biz KESK olarak, her zaman olduğu gibi bugün de bu görev ve sorumlulukla mücadele etmeye devam ediyoruz. Sizin aracılığınızla kamuoyu ile içeriğini, ayrıntılarını paylaşacağımız “Güvencesizliğe son, Güvenceli İş, Güvenli Gelecek Haktır!” kampanyamız da bu mücadelenin bir parçasıdır. Bugün Mersinde de 24 Mayıs’a kadar sürdüreceğimiz kampanyamız güvenceli çalışma hakkı üzerine kurulmuştur. Güvenceli çalışma hakkı bütün emekçiler için uluslararası sözleşme ve anlaşmalarla, anayasamız ile güvence altına alınmış, vazgeçilemez bir haktır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 23. Maddesinde; “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır. Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit iş karşılığında eşit ücrete hakkı vardır. Çalışan her kimsenin kendisine ve ailesine insanlık haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan ve gerekirse her türlü sosyal koruma vasıtalarıyla da tamamlanan adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır. Herkesin menfaatlerinin korunması için sendikalar kurmaya ve bunlara katılmaya hakkı vardır” denilmektedir. Bildirgenin 24. Maddesinde ise “Her şahsın dinlenmeye, eğlenmeye, bilhassa çalışma müddetinin makul surette sınırlandırılmasına ve muayyen devrelerde ücretli tatillere hakkı vardır” denilerek güvenceli çalışma hakkının kapsamı biraz daha genişletilmektedir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmede altı çizilen düzgün iş” kavramı ile yine güvenceli çalışma hakkının kapsamı vurgulanmaktadır. Buna göre düzgün iş; insanın temel hak ve özgürlüklerine, iş güvenliği ve iş bedeli açısından haklarına saygı gösterilen, çalışanların ve ailelerinin geçimlerini sağlamalarına olanak tanıyacak kazancı sağlayan iş olarak tanımlanmaktadır. Yine Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartında başta“Adil Çalışma Koşulları Hakkı, Adil Ücret Hakkı, Örgütlenme Hakkı, Toplu Pazarlık Hakkı, Onurlu Çalışma Hakkı” başlıklı maddelerde güvenceli çalışma hakkının çerçevesi çizilmektedir. Ayrıca taraf ülkelerin ulusal mevzuatlarında bu çerçeveye uygun düzenlemeler yapmayı taahhüt ettiği vurgulanmaktadır. Ülkemiz Anayasasında ise çalışma hakkı “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlığı altında yer almaktadır. Buna göre dinlenme hakkı, ücret hakkı, sendikal haklar ve sosyal güvenlik hakkı gibi haklar çalışma hakkı kapsamdadır. Anayasanın 5. maddesinde “… kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak” devletin temel amaç ve görevleri olarak düzenlenmiştir. Ayrıca Anayasa Mahkemesi kararlarında emeklilik ve iş sağlığı ve güvenliği gibi hususların da çalışma hakkı kapsamında olduğu kabul edilmiştir. Tüm bu sıraladığımız düzenlemeler “çalışma hakkı” kavramının görünürde tek bir hakkı ifade etse de aslında ilgili birçok hakkı da içinde barındırdığını, dolayısıyla bu haklardan kopuk olarak ele alınamayacağını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bir emekçi için güvenceli çalışma hakkı geleceğe güvenle bakmasını sağlayan tüm unsurları barındırmak zorundadır. Söz konusu unsurlar; iş güvencesi, adil gelir güvencesi, istihdam güvencesi, sosyal güvenlik güvencesi, kamu görevine girme ve görevde yükselmede adalet, örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı başta olmak üzere sendikal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gibi temel başlıklar halinde sıralanmaktadır. Bir emekçi için güvence sırladığımız temel unsurların iç içe geçtiği halklardan oluşan bir zincirdir. Bu halkalarda yaşanan yıpranma veya kopmaların zincirin bütünlüğüne yansıyarak çalışanın güvencesini tehdit etmesi kaçınılmazdır. Bu yönüyle baktığımızda Türkiye’de kamu emekçilerinin güvence zincirinin halklarında ciddi yıpranmalar hatta kopmalar yaşandığı açıktır. Kamu emekçilerinin güvence zincirinde en çok yıpratılan, kopuş aşmasına getirilen halka iş güvencesi halkasıdır. Çünkü iş güvencesi kamu emekçilerinin şahsını değil, tüm vatandaşlara eşit, tarafsız, piyasa fiyatlarından azade bir şekilde verilmesi gereken kamu hizmetini korumaya yönelik temel bir haktır. Dolayısıyla kamu hizmetleri alanının daraltılmasının, piyasaya açılmasının, tasfiye edilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu nedenle kamu alanını piyasaya açan düzenlemelerle kamu emekçilerini özel sektör çalışanları ile eşitlemeyi temel alan düzenlemeler birbirine paralel olarak hayata geçirilmiştir. Özel sektörde performanstan esnek çalışmaya, angaryaya kadar çalışanların aleyhine ne varsa tek tek kopyalanarak torba yaslarla, KHK’lerle kamu alanına aktarılmıştır. Böylece kamu emekçilerinin iş güvencesi alabildiğine sınırlanmıştır. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL ise kamu emekçilerinin iş güvencesini fiilen kullanılamaz hale getirmiştir. Kamu idaresinin kamu emekçilerini keyfi bir şekilde işten çıkarmasını kısmen sınırlayan düzenlemeler, isnat edilen suça karşı savunma ve mahkemeye başvurma hakkı yok sayılmıştır. İsimsiz ihbarlara dayalı olarak oluşturulan, içeriği açıklanmayan sözde bilgi ve belgeler, 4.510’u KESK’e bağlı sendikaların yöneticisi, üyesi olmak üzere, 140 bine yakın kamu emekçisinin işinden edilmesine dayanak olarak gösterilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, söz konusu hukuksuzluk 657 sayılı kanuna eklenerek tüm kamu emekçilerini hedef alan bir tehdide dönüştürülmüştür. Burada bir kez daha altını çiziyoruz. 4 bin 510 arkadaşımızın sorgusuz sualsiz işinden, ekmeğinden edilmesinde tek bir kriter vardır. O da anayasa ile yasalarla, başta Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri olmak üzere ülkemizin altında imzası bulunan uluslararası sözleşme ve anlaşmalarla güvence altına alınmış bulunan sendikal hak ve özgürlükleri kullanmaktır. Diğer taraftan herhangi bir mahkeme kararı olmadığı halde, isimsiz ihbarlarla, fişlemelerle işinden edilen kamu emekçilerinin üzerindeki baskılar artarak sürmektedir. İşsizliğe, yoksulluğa terk edilen ihraç kamu emekçilerinin özel sektörde bile işe girmesi engellenmekte on binler sivil ölüme tek edilmektedir. Bugüne kadar kamuoyuna yansıdığı kadarı ile ihraç kamu emekçilerinden 70’e yakını intihar etmiştir. Bugünde ihraç kamu emekçileri seçilme ve seçme hakkı gibi temel vatandaşlık haklarının gaspı ile karşı karşıyadır. Sosyal güvenlik-kamusal emeklilik güvencemiz 5510 sayılı SSGSS Yasasında yapılan değişiklikler sonucunda ciddi bir şekilde yıpratılmıştır. Buna göre, emeklilik yaşı kademli bir şekilde hem kadınlarda hem erkeklerde 65 yaşına, prim ödeme gün sayısı ise 7 bin 200 güne çıkarılmıştır. Hem geçmişe hem geleceğe ilişkin yaş ve prim şartı getirilmesi soncunda Emeklikte Yaşa Takılanlar (EYT) olarak bilinen 4 milyonluk bir kitlenin emeklilik hakkı gasp edilmiştir. Ayrıca emekli aylığı bağlama oranları düşürülmüş, 2016 yılından sonra emekli olanlara çalışırken aldıkları maaşın ancak yarısı kadar emekli maaşı reva görülmüştür. Güvence zincirimizin adil gelir-ücret halkası ise yaşanan gerçek enflasyonu yansıtmaktan uzak TÜİK resmi enflasyona endekslenen maaş artışlarıyla, yandaş konfederasyon yönetimi ve hükümet arasında imzalanan TÜİK resmi enflasyonun bile altında kalan mutabakatlarla, her yıl daha fazla derinleşen gelir vergisi dilimleri adaletsizliği ile önemli ölçüde tahrip edilmiştir. Güvence zincirimizin en çok tahrip edilen halkalarından birisi de istihdam güvencesinde yaşanmıştır. Kamu istihdamı güvencesizlik, düşük maaş ve sosyal haklardan mahrumiyet temelinde onlarca istihdam tipi ile bölünmüştür. Kamu emekçileri tarafından yerine getirilmesi gerek asli ve sürekli işler taşeron firmalara teslim edilmiştir. 2004 yılı itibari 3 bin 183 olan kamu taşeron işçi sayısı 2017 yılı itibari tam 314 kat artarak 1 milyona çıkmıştır. AKP iktidarı, kendi döneminde devasa bir şekilde büyüttüğü taşeron sorununu uzun süre seçim yatırımı olarak kullanmış, işçilerin, sendikaların mücadelesi sonucunda 2018 yılında bir düzenleme yapmak zorunda kalmıştır. İktidar söz konusu düzenleme ile 1 milyona yakın taşeron işçisine kadro verildiği iddia etse de işçi sendikalarının kamuoyu ile paylaştığı araştırmalar bunun abartılı bir iddiadan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. İşçi sendikalarının araştırmaları bir milyon değil 450 bine yakın taşeron işçisinin söz konusu düzenlemeden yararlanabildiğini, bunların önemli bir bölümünün de kadrolu işçilerden çok daha düşük ücretle ve sınırlı sosyal haklarla Belediye Şirketlerine geçirilenler olduğunu göstermektedir. Kamuya işçi olarak geçirilenlerin ise çalışma koşullarında ve maaşlarında bir değişiklik yapılamamış, her üç yılda bir belli şartlara bağlanan sözleşmelerle istihdamları sağlanmıştır. Kısacası taşeron işçilerine kadro değil, belli şartlara bağlanan bir statü verilmiştir. Üstelik bazı hizmetlerin, ihale türlerinin kapsam dışında tutulması ile kamuda taşeronluk düzeni devam ettirilmiştir. Benzer durum 4/C’liler olarak bilinen geçici personelin 4/B olarak bilinen sözleşmeli statüsüne geçirilmesinde yaşanmıştır. Kağıt üzerinde 4/B statüsüne geçirilen 4/C’liler çalışma koşullarında, maaşlarında, sosyal haklarında yapılan iyileştirmeler çok sınırlı kalmıştır. Sonuç itibari ile ‘4/C’li 4/B’liler’ olarak ifade edilen ara bir statü yaratılmıştır. Maliyeti düşük tutma adına istihdam parçalı hale getirme politikası tüm kamu hizmetleri alanına yansımıştır. Örneğin eğitim emekçileri kadrolu, sözleşmeli, geçici sözleşmeli, vekil ve ücretli olarak farklı biçimlerde istihdamlara bölünmüştür. Türkiye çapında 150 bin öğretmen açığı ve yarım milyona yakın ataması yapılmayan öğretmen varken, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) verilerine göre; asgari ücret altında, ortalama 1.600 TL karşılığında çalışan ‘ücretli öğretmen’ sayısı 92 bine ulaşmıştır. Öte yandan özellikle OHAL ile birlikte kamuda 4/B olarak bilinen sözleşmeli istihdamı temel istihdam biçimi haline getirme adımları hızlanmıştır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun sözleşmeli istihdamı “zaruri ve istisnai hallere münhasır olmak üzere özel bir meslek bilgisine ve ihtisasına ihtiyaç gösteren geçici işler” ile sınırlayan düzenlemesi adım adım genişletilmiştir. Anayasanın 128. Maddesi açıkça ihlal edilerek kadrolu personel tarafından yerine getirilmesi gereken asli ve sürekli hizmetlerde de sözleşmeli istihdama geçilmiştir. Sözleşmelilerin kadroya geçirilmesi de tıpkı taşeron sorunun da olduğu gibi seçim yatırımına dönüştürülmüştür.12 Haziran 2011 tarihinde yapılan genel seçimler öncesinde ve 30 Mart 2014 tarihinde yapılan yerel seçimler öncesinde mevcut sözleşmeliler kadroya geçirilmiştir. Ancak sonraki süreçlerde sözleşmeli istihdamın şişirilmesine ve kapsamının genişletilmesine devam edilmiştir. 21/3/2006 tarihli 5473 sayılı Kanununla öğretmenlerin de sözleşmeli istihdam edileceği düzenlenmiştir. 4 yıl sözleşmeli olarak çalışan öğretmenlere kadro verilmesi görevini yerini değiştirmeden 2 yıl daha çalışma şartına bağlanmıştır. Buna bağlı olarak 15 Temmuz sonrasında tüm kamuda olduğu gibi eğitim alanında da sözlü sınav/mülakat üzerinden sözleşmeli öğretmen atamaları yapılmıştır. MEB verilerine göre toplam 79 bin sözleşmeli öğretmenin ataması yapılmıştır. 2019 yılı içinde 20 bin sözleşmeli öğretmenin daha ataması yapılacağı açıklanmıştır. Bugün kamuya kadrolu personel alımları durma noktasına gelmiş, neredeyse tüm alımlar sözleşmeli personel alımına dönüşmüştür. Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü (BÜMKO) verilerine göre Haziran 2018 itibari ile kamuda toplam 292 bin 993 sözleşmeli personel istihdam edilmektedir. Kadrolu personel sayısı ise 2 milyon 861 bin 891’dir. Aynı veriler Haziran 2014 itibari ile kadrolu personel sayısının 2 milyon 755 bin 970 iken sözleşmeli personel sayısının 116 bin 567 olduğunu göstermektedir. Buna göre dört yılda kadrolu personel sayısı 105 bin 921 bin ekleme ile oransal olarak sadece %3,84 artarken, sözleşmeli istihdam eklenen 176 bin 426 kişi ile tam %151 artmıştır. Üstelik şu an için en güncel veri olarak sunduğumuz bu rakamlar 2018 yılı Haziran ayı verileridir. Aradan geçen yaklaşık bir yıl içinde sözleşmeli istihdamın çok daha fazla arttığı bilinmektedir. Tüm bunlara rağmen siyasal iktidar sözleşmelilerin başta kadro, tayin, gelir vergisi adaletsizliği olmak üzere temel taleplerini görmezden gelmeye devam etmektedir. Kamu emekçilerinin güvenceli çalışma hakkını sınırlayan başlıklardan birisi de kamu görevine alınmasında, görevde yükselmesinde, tayin ve terfilerde kariyer ve liyakat ilklerini, adaleti ortadan kaldıran düzenlemelerdir. Bilindiği üzere Anayasamızın 70. Maddesinde “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez” hükmüne yer verilmektedir. Ancak yıllardır yapılan düzenlemelerle Anayasa açıkça çiğnenmiş, kamu görevine girmede, görevde yükselmede eşitlik ve adalet ilkesi yerle bir edilmiştir. Kamuda işe almalarda mülakat, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sisteminin ağırlığı gittikçe artırılarak torpilin ve kadrolaşmanın kapısı sonuna kadar açılmıştır. “Kamu Görevine İlk Defa Atanacaklar İçin Yönetmelik” adlı yönetmelikte defalarca değişiklik yapılmıştır. Danıştay’ın başta sözlü sınavlara ilişkin olmak üzere verdiği kararların arkasından dolanmak için her yol denenmiştir. 2011 yılında çıkarılan 35 adet KHK ile tüm bakanlıkların, kamu kurumlarının teşkilat yapısında ve görevlerinde değişiklik yapılmıştır. Buna bağlı olarak kamu personelinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin konularda da torpil ve kayırmanın önünü açan düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin “659 sayılı Genel Bütçe Kapsamındaki Kamu İdareleri ve Özel Bütçeli İdarelerde Hukuk Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin’ Kanun Hükmünde Kararname ile kamuya personel alımlarında “yazılı ve/veya sözlü sınav” uygulamasına geçmiştir. Böylece sözlü sınavın yazılı sınavdan daha ağırlıklı olarak değerlendirilmesinin önü açılmıştır. Dolayısıyla sözlü sınavın objektif olarak yapılabilmesi için; sınav komisyonunun alanında uzman ve tarafsız kişilerden oluşturulması, adaylara sorulacak soruların başvurdukları işin gerektirdiği nitelikleri taşıyıp taşımadıklarını ölçen sorular olması şarttır. Ancak Türkiye’de kamu kurumlarında yapılan sözlü sınavlarda başkanlığını o kurumun en yetkilisi isimleri tarafından yapıldığı bir komisyon kurulmaktadır. Sözlü sınav komisyonunun diğer üyeleri ise söz konusu kurumun üst düzey ve orta düzey diğer yöneticilerinden oluşmaktadır. 16 yıldır çıkarılan kanunlarla, Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yönetmeliklerle tüm üst düzey yöneticilerin siyasal iktidara bağlandığı koşullarda söz konusu komisyonların tarafsız, objektif olması mümkün değildir. Nitekim yaşanan sayısız örnek de bu durumu teyit etmektedir. Hem göreve almada hem de görevde yükselmede adayın bilgisini, yeteneğini, mesleki yeterliliğini değil, siyasi iktidarla aynı çizgide olup olmadığını ölçen sözlü sınavlar siyasi kadrolaşmanın temel aracı haline getirilmiştir. Siyasal iktidar ile farklı çizgide olan adayların KPSS puanı ne kadar yüksek olursa olsun sözlü sınavlarda düşük puan verilerek elenmesi ne yazık ki rutinleşmiştir. Üstelik KPSS’yi, sözlü sınavları ya da mülakatları aşan adaylar Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması ile üçüncü bir elemeye tabi tutulmaktadır. Daha önce sadece kamu kurumlarının gizlilik dereceli birimlerinde çalıştırılacak olanlar için (askeri personel, emniyet personeli, istihbarat teşkilatlarında ve ceza infaz kurumları ile tutukevlerinde çalıştırılacak personel için) uygulanan ‘güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak’ şartı 676 sayılı OHAL KHK’si ile 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesine eklenmiştir. (Söz konusu KHK’nin bu düzenlemesi 1 Şubat 2018 tarihinde kabul edilen 7070 sayılı kanununla süreklilik kazanmıştır) Böylece kamuya yapılacak tüm atamalardan önce atamaya hak kazanan kişiler hakkında Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak şartı getirilmiştir. 25 Ekim 2018 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 228 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması yönetmeliğinde yapılan değişiklikler sonrasında keyfilik ve hukuksuzluk artmıştır. Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması sadece adayı değil, birinci hatta ikinci derece yakınlarını da kapsar hale getirilmiştir. Üstelik söz konusu yakınların yasal olarak hiçbir suç teşkil etmeyen, temel hak ve özgürlükler kapsamında katıldıkları eylemler, basın açıklamaları adayların kamuda işe alınmamasının gerekçesi haline getirilmektedir. Örneğin sosyal medyada da yoğunca tepkiye yol açan ve Siirt ilinde yaşanan bir olayda; 2017 yılında KPSS sınavını kazanan, Acil Sağlık Hizmetleri İstasyonunda sağlık teknikeri olarak yerleştirmesi yapılan kişinin ataması Sağlık Bakanlığı tarafından güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması gerekçe gösterilerek iptal edilmiştir. Bunun üzerine kişi İdare Mahkemesine itirazda bulunmuştur. Mahkemeye gönderilen güvenlik soruşturması belgesinde kişinin şahsına isnat edilen ne bir suç ne de iddia bulunmaktadır. Buna rağmen babasının sendikamız Haber-Sen üyesi olduğu, 2003 yılında ilde kurulan demokrasi platformunun çalışmalarına, Haber-Sen’in organize ettiği mitinge ve basın açıklamasına katıldığı, annesinin ise AB ile müzakere sürecinde yerelden doğru taleplerin yer aldığı mektupların AB ülkelerinin büyükelçiliklerine, TBMM’ye ve AB’ye gönderilmesi eylemine katıldığı ifade edilerek, bu istihbarı bilgiler nedeniyle de Sağlık Bakanlığı’nın kişinin atamasını iptal ettiği ifade edilmiştir. Mahkeme iptale gerekçe olan bu belgeyi inceleyerek aldığı kararında “…her ne kadar davacı hakkında herhangi bir bilgiye rastlanılmadığı belirtilmiş ise de, … davacının ailesi hakkında ortaya konulan hususların güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlandığının kabulü için yeterli, hukuken kabul edilebilir tespitler olarak değerlendirilebileceği kanaatine varıldığından davacının atamasının yapılmamasına..” diyerek dönemin hukuksuzluğuna altın harflerle işlenecek bir örneğe imza atmıştır. Ne yazık ki özellikle son bir iki yıl içersinde bu tip örneklerin sayısı gittikçe artmaktadır. Siyasi iktidar güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasına 15 Temmuz darbe girişimini bahane ederek yasal kılıf uydurmaya çalışsa da uygulamanın siyasal amaçlı bir fişleme olduğu açıktır. Keyfi, hukuksuz, dayanaksız, siyasal amaçlı yapılan işlemlerle İnsan Hakları ve Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi, OECD’nin Özel Yaşamın Korunmasına İlişkin Rehber İlkeleri gibi uluslararası sözleşmeler yok sayılmaktadır. Evet, önümüzdeki tablonun hiç de iç açıcı bir tablo olmadığı açıktır. Buna rağmen bugün startını verdiğimiz 24 Mayıs’a kadar sürdüreceğimiz ve 24 Mayısta Çalışma bakanlığı önünde tüm illerden gelen üyelerimizle buluşarak basın açıklamasıyla sonlandıracağımız “Güvencesizliğe son, Güvenceli İş, Güvenli Gelecek Haktır!” kampanyamızla kamu emekçilerinin ortak sesi olmaya çalışacağız. Kampanyamız kapsamında: Tüm illerde ve Mersinde konfederasyon ve sendika MYK üyelerinin katılımı ile kamu emekçilerinin yoğun olduğu illerden başlamak üzere işyeri ağırlıklı bir çalışma yürüteceğiz. Geniş katılımı iş yeri toplantıları, basın toplantıları düzenleyerek kamu emekçilerini kapımıza dayanan tehlikeye karşı göreve çağıracağız. Sadece kamu emekçilerini değil, kamu hizmeti alma hakkı tamamen ortadan kaldırılmak istenen başta dar gelirli yurttaşlarımız olmak üzere tüm halka ulaşmaya çalışacağız. Bunun için semt pazarlarından, kent meydanlarına kadar kampanyamızı anlatmaya, paneller, forumlar düzenlemeye çalışacağız. 24 Mayıs 2019 Cuma günü, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı önünde yapacağımız kitlesel basın açıklaması ile kampanyamıza nokta değil, noktalı virgül koyacağız. Çünkü “İnsanca yaşam, güvenli gelecek, güvenceli iş” bizim için belli bir tarih aralığına sıkıştırılmış bir talepten ibaret değildir. Bunun için yıllardır sürdürdüğümüz emek ve demokrasi mücadelemizin merkezinde olan tüm kamu emekçilerinin bu temel talebi için yaklaşan toplu sözleşme süreci başta olmak üzere her platformda kararlılıkla mücadele etmeye devam edeceğiz. Sözlerimizi tamamlarken çalışma hakkı ortadan kaldırılmak istenen, geleceğe ilişkin umutları karartılmak istenen tüm kamu emekçilerini kendi kampanyalarına, “Güvencesizliğe son, Güvenceli İş, Güvenli Gelecek Haktır!” kampanyasına sahip çıkmaya, emeğin birliğini, dayanışmasını, mücadelesini omuz omuza vererek büyütmeye ve 24 Mayıs’ta Çalışma Bakanlığı önünde buluşmaya çağırıyoruz.”