Türkiye, zaman zaman kargaşa sınırlarında gezinen karmaşık bir savaş- barış sürecinden geçiyor. Savaşan güçlerle barışan güçlerin kim/ler oldukları, kimin kime karşı, kimin kiminle müttefik olduğu belirsiz. Bu çalkantılı süreçte iç içe geçen, birbiriyle kesişen, birbirine karşıtlaşan ittifaklar, geçici uzlaşmalar, karşılıklı güvensizliğe dayalı güç birlikleri gibi değişkenlikler olağanlaşmış durumda. Akışkan esneklik mevcut durumu en iyi tanımlayan kavram olabilir.
Barış, farklı çoğu zaman birbiriyle uzlaşmaz siyasal grup, eylem ve güçlerin tümünün de kendi eylemlerinin gerekçesi olarak kullandıkları bir ana kavram haline getirilmiş durumda. Bu haliyle barış, olup biten her ne varsa tümü de kendisine ulaşmak için yapıp edilenlermiş; çekilen mihnetler, ödenen bedellermiş, sanki ona ulaşıldığında zenginlik, refah ve kardeşliğin sofrasının kurulacağı bir cennet bahçesiymiş gibi mistifiye ediliyor. Ne yapıyorsa(k)m barış için o yüzden önümden çekil; her ne istiyorsam kendim için değil barış için o yüzden bana tabi ol; ben olmazsam barış değil savaş çıkar o yüzden bana katıl; barış öyle olmaz böyle olur o yüzden benim barışıma eklen gibi önermeler, çağrılar ya da tehditler bu mistik barış söyleminin kanatları altında. Aynı zamanda ortak bir barıştan söz etmek de pek olası değil. Birinin barışını diğeri, kendisinin yok olması olarak görüyor ve barış için çağrıda bulunana, demek savaşı bu aşamaya getirdin yanıtı verildiği oluyor.
Böylesi ‘kriz’ hallerinde psikiyatri/ psikoloji (ruh bilim) disiplininden medet ummanın da anlaşılır bir ruh hali olduğu açık. Olup bitenlerin akılla anlaşılıp, açıklanabilir olma imkanı tıkandığında ruh bilime yönelme; ‘kaos’ karşısında hissedilen çaresizliği bir ‘kozmoz’ arayışı ile aşma çabasına benzetilebilir. Ruh bilime yapılan çağrı ek olarak Tanrısal bir çözüm arayışı bulması olmasa da; düğümü çözecek Tanrı (lar) ın kim olacağını göstermesi ve ortaya konacak ‘yeni düzen’in tesis edilmesi sürecinin teknisyenliğini yürütmesi.
Barıştan yana bir ruh bilimin kendisinden bekleneni bir yana bırakıp barış kavramının bizatihi kendisini sorgulayıp, demistifiye etmesi ve ne olursa olsun ‘insanca’ bir barışın koşulları için uğraş vermesi gerekir.
Bu tür bir girişimin ilk adımı öncelikle kendi sınırlarını gözden geçirmek, bir anlamda haddini bilmekle mümkün. Öyleyse barış için çalışmayı amaçlayan ruh biliminin önceliği kendi varlık koşullarını sorgulamak olmalı. Bu yazının ilk bölümünde kısaca ruh bilim disiplininin insan kavramı ve bu anlayışın savaşa bakışının, anormali normale dönüştürme tekniğine olan somut yansımaları eleştirel bir değerlendirmeden geçirilecek. Ardından egemen ruh bilim anlayışının çatışma çözümüne yönelik pratiklerini özgürleştirici bir ruh bilim uygulamasına dönüştürmenin yolları üzerine öneriler sunulacak.
Tımarcı ruh bilim ve sınırları
Ruh bilim neredeyse tüm terim ve kuramlarını ‘anormal’ olanı tanımlamak için inşa etmiştir. Ortaya çıkardığı kuramlar genellikle tekil bireyin kendisi ve dünya (kendisi olmayan) ile kurduğu ilişkinin çözümlenmesini amaçlar. Kitle üzerine söyledikleri çoğunlukla tekil bireyin ‘psikopatolojisini’ açıklayan modellerin gruba, kitleye genellenmesinden ibaret. Daha bu aşamada bile genellemelerin yanıltıcılığıyla malul.
Ruh bilimin inşa ettiği bilgilerle verili durumda anormal kabul edileni normalleştirme amacı güttüğünü; ruh bilimin varlık nedeninin bu hal olduğunu kabul ederek başlamak zorunlu. 19. Yüzyıl başlarında Alman psikiyatrların ortaya attıkları ‘demokrasi hastalığı’ ile Stalin döneminde Stalin karşıtlığının ‘rejim paranoyası ya da sinsi şizofreni’ olarak adlandırılması arasındaki koşutluk, psikiyatrinin tam da bu özellilğinin bir yansımasından öte değil.
Anormal olanın sınırlarının belirsizliği, egemen ideoloji ile dolaysız bağı, zamanının insan kavramına değişmezlik atfetmesi gibi zaaflarını eleştirel değerlendirmeden geçirmeden ruh bilimin önereceği tüm barış planları, hadi metaforla söyleyelim, Baba’nın barışını kurma çabasından öte bir değer taşımaz.
Egemen ruh bilim kuramlarının hemen tümü insanın kötülüğe/ savaşa yatkın olarak doğduğunu, demem o ki içgüdülenmiş olduğunu kabul eder. Bu bakış insanlar arası çatışmanın, savaşın kaçınılmaz olduğunu; ruh bilime düşenin ancak bu savaşma içgüdüsünü ketleyecek, daha doğrusu olgunlaştırarak ‘kansız’ hale dönüştürecek, bir yol bulmak olduğunu vaaz eder. Her ne kadar bu görüş Freud’a atfedilse de ilk kez onun dillendirdiği bir düşünce değildir.
Savaşlar insanın genetik/ biyolojik/ yapısal özelliklerinin bir sonucu mu, yoksa insanın hamurundaki varkalma, korunma ve canlılığını sürdürme içgüdüsünün istismarı mı? Bu soruya verilecek yanıt, barışa giden yolun ruhunun nasıl olması gerektiğini de belirler. İnsanın temelde ‘vahşi bir savaşçı’ olduğu önermesi Hobbes’un Leviathan’ın da temellendirilmiş. Antik Yunan şehir devletinin yurttaş tanımı ise erkeklik ile savaşçı olmayı yapısal özellik olarak görür.
Egemen ruh bilim insan yavrusunu doğduğunda diğer memelilerden farkı olmayan bir hayvan olarak tanımlar; varlığını sürdürmek ve türünü devam ettirmek için saldırganlık içgüdüsüyle donandığı kabul edilir. Saldırganlık içgüdüsünün varkalımı ve türü sürdürebilmek için zorunlu olduğu düşünülür. Ardından mülkiyeti ve eşi (kadını) ele geçirmek için yapılan uğraşın aslında varkalımı ve türü sürdürme içgüdüsünden kaynaklandığı ileri sürülür. Böylece insandaki mülkiyet tutkusunun içgüdüsel olduğu ve saldırganlığın mülkiyeti ele geçirmek ve elde tutmak için işlediği kabul edilir. Bu akıl yürütme mülkiyet ve eş için yapılan çatışma ve savaşların kaçınılmaz, ‘doğal’, genetik olduğu sonucuna götürür. İnsanlık tarihindeki savaşların kaynağı insanın varoluşunun bir ‘kusuru’ olarak görülür. Burada söz konusu ‘kusurluluk’ halinin tek tanrılı dinlerin insan kavramı ile benzerliğini hatırlatmak gerekli. Kul, kusurunu Rabbine sığınarak denetler ve böylece cennete kabul edilir. Kusurun ancak uygarlaşma ile denetim altına alınabildiği; ‘ilkel’ insanın yamyamlık dönemindeki içgüdüleriyle, savaşlarda birbirini boğazlarken ateşlenen içgüdülerinin, borsada hisse senedi alıp satarken karar verme süreçlerini etkileyen içgüdüleriyle ‘aynı’ olduğu düşünülür.
Bu insan kavramının ruhbilimsel temeli Freud’un düşüncesinin de yapıtaşlarından biridir. Freud, ruhsal gelişimi hayvanlıktan insan olmaya doğru bir ‘olgunlaşma’; hiç bir zaman tamamlanamayacak, içinde her zaman bir vahşinin nefes alış verişlerini de taşıyacak bir macera olarak düşünür.
Bir örnek; Saldırganlık ve şiddet ayrımı
İnsandaki saldırganlık içgüdüsünün savaşın asli kaynağı olduğu savı, üretim ilişkileri, mülkiyet sistemleri ve sömürü düzenlerini de ‘kader’ haline getirir. Egemen ruh bilim iki kavramı birbirinin yerine ve aynı anlamı taşıyormuş gibi kullanarak bu akıl yürütmeyi becerir. Oysa saldırganlık içgüdüsüyle egemenlik kurmak için kullanılan şiddet birbirlerinden tümüyle farklı kavramlar.
İnsanda doğuştan var olan genetik yapısıyla belirlenmiş olan saldırganlık içgüdüsünün ne olduğu ve amacını anlayabilmek için öncelikle saldırganlık ve şiddet kavramlarının tanımlarının yapılması ve birbirlerini ayıran sınırların çizilmesi gerekli. Şiddet ve saldırganlık, gerek günlük dilde gerekse bilimsel araştırmalarda sıklıkla birbirinin yerine kullanılarak, anlam ve sınırları bulanıklaştırılan iki terim. Saldırganlık ve şiddet arasındaki sınırların belirsizliği tanım, nedenler ve ortaya çıkaran etkenlere yönelik ampirik ve kuramsal değerlendirmelerde de bir karmaşaya yol açar. Bu karmaşa aynı zamanda sadırganlık ve şiddet arasında dolaysız bir ilişkinin varsayılmasını sağlar. Böylece şiddet eylemini gerçekleştirenin saldırgan bir ruh haline sahip olduğu düşüncesi doğar.
Ancak bu ilişki her zaman doğru değildir. Saldırgan bir davranış şiddet içermeyebilir ve her şiddet eylemi içinde ya da öncesinde saldırgan davranış bulunmayabilir. Saldırganlık fizyolojik bir terim; amaca yönelik, sözel ya da fiziksel olabilen zorlayıcı, güçlü eylem, öfke, kızgınlık ve düşmancalık duygularının davranışsal karşılığı. Saldırgan davranış bir başkasının davranışını engellemek amacıyla ona yönelik zarar verme amaçlı davranışlar. Şiddet ise kendine, bir başkasına, grup ya da topluluğa yönelik olarak yaralama, ölüm, ruhsal zedelenme, gelişimsel bozukluk ya da yoksunluğa yol açabilecek ya da neden olacak şekilde fiziksel zorlama, güç kullanımı ya da tehditinin, amaçlı olarak uygulanması.
Saldırgan davranış korunma, yaşama ve üreme gibi canlılık eylemlerinin (varkalım) tehdit altında kalması durumunda ortaya çıkan fizyolojik değişikliğin adı. Her zaman şiddeti doğurmaz. Şiddet ‘amaca ulaşmak için zor kullanmak’ olarak tanımlanır; ‘doğal, biyolojik ya da yapısal’ bir durumu tanımlamaz. Şiddet davranışını saldırganlıktan ayıran en önemli fark, uygulayıcı, kurban ve uygulamaya tanık olanın şiddet tanımlarının her zaman birbiriyle örtüşmemesidir. Bir boks maçında yoğun bir şiddet vardır ancak ne boksörler ne de seyirciler saldırgan duygular yaşantılamazlar. İktidarda olanın muhalefette olana yönelik uygulamaları iki taraf açısından farklı değerlendirilebilir. İktidar uygulamaları ‘olağanüstü hal’, ‘ulusal güvenlik için alınmış önlemler’ olarak tanımlarken, muhalefet aynı uygulamaları şiddet olarak değerlendirebilir. Bu farklar şiddetin tanımını meşruluk/gayrimeşruluk, yasallık/yasadışılık gibi değişkenlerin belirlediğini göstermekte. Üstelik şiddet yalnızca kaba güç kullanımı değildir; ihmal etme, iyi ve yeterince doyurucu bakım vermeme de şiddet olarak kabul edilir. Şiddet bir kişiden bir başka kişi ya da gruba yönelik olabileceği gibi, ‘organize şiddet’ olarak bir gruptan bir başka grup ya da topluluğa yönelik olarak da uygulanabilir. Savaş bilinen en organize şiddet eylemi. Şiddetin amaçlı olarak uygulanması son derece önemli. Şiddet bir amaca hizmet eder. Bu amaç egemen olma, yönetme, disiplin etme olabileceği gibi, kimi zaman doğrudan yok etmeyi de hedefleyebilir.
Şiddet ile saldırganlık bir ve aynı şey olarak değerlendirildiğinde, şiddetin iktidar olma, egemenlik kurma, baskı altına alma gibi siyasal kaynakları görmezden gelinirken, eylem eylemcinin bireysel özelliklerine indirgenmekte ve şiddet eylemi uygulayıcının psikopatolojisiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu yaklaşımın çok tipik bir örneği 1979 İran Devrimi ve Ayetullah Humeyni üzerine yapılan ‘ruh bilimsel’ açıklamalarda görülür. Humeyni’nin aşırı dinsel uğraşlarının beynindeki serotonin seviyesini azaltmış olabileceği ve bu azalmanın onu şiddet eylemlerine yatkınlaştırmış olabileceği ciddi ciddi tartışılmıştır!
Saldırganlık içgüdüsü şiddetin bir araç olarak kullanılmasını kolaylaştırmak ya da sağlamaktan öte bir değer taşımaz. Vurguyu yinelemek için aynı önermeyi şu şekilde kurmak gerekli: İnsan doğuştan getirdiği saldırganlık içgüdüsü nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde şiddete başvurmaz. Şiddeti uygulamak ve iktidar kurmak için kendi doğasının olanaklarını kullanır.
Şiddetin ruh bilimsel çözümlenmesi
Egemen olmak, kabul ettirmek ya da egemenliği kırmak ya da kaldırmak için şiddete başvurulup vurulmamasını belirleyen etken birey ya da grupların ruhlarında olup bitenden kaynaklanmaz. Şiddetin bir yöntem olarak benimsenmesi psikolojik olmaktan çok stratejik bir karardır. Elde etme, boyun eğdirme ya da baş kaldırma biçimi olarak şiddetin benimsenmesi iktidar ilişkilerinin şiddet aracılığıyla biçimlenmesinin bir sonucu olarak görülmelidir.
Şiddet tarih boyunca ister kişilerarası, isterse gruplar, topluluklar, devletiçi ya da devletler arasında olsun iktidarın kurulması ve sürdürülmesi için temel araç olarak kullanılmıştır. Şiddetin kaçınılmaz, canlının ‘doğasından gelen’ bir özellik olduğunu öne sürmek, iktidar kurma ve egemenlik ilişkilerinin de ‘doğal’ ve ‘kaçınılmaz’ olduğunu dolayısıyla eşitsizliğin ‘doğa kanunu’ olduğu kabulünü gerektirir. İktidar ve eşitsizliğin ruhsal süreçlerden beslenmediği tersine ruhsal süreçleri iktidar ilişkilerinin biçimlendirdiği kabul edildiğinde şiddete olan yaklaşımın tümüyle değişeceği ortada. İktidar ve şiddet arasındaki ilişkide ruh bilimsel modeller şiddetin neden ortaya çıktığını değil ama nasıl meşrulaştırıldığına dair açıklamalar getirebilirler.
Şiddet kendi başına bir kavram olarak değil de bir amaç için kullanılan araç olarak değerlendirildiğinde, iktidar ile şiddet arasındaki yakın ilişki çok daha görünür hale gelmekte. Şiddet, iktidarın sürdürülmesi, ele geçirilmesi ya da yıkılması için bir araçtır. Üstelik çok yara açan, örseleyen bir araç.
Politik amaçlı şiddet bir ‘değiştirme’ yolu. Hiç bir ruh bilimsel kuram ya da model tek başına, insanların, grupların ya da devletlerin neden şiddeti bir değiştirme aracı olarak kullandığını açıklayamaz. Aşağıdan yukarıya ya da yukarıdan aşağıya doğru şiddet eylemlerini bir strateji olarak benimseme süreci, aynı zamanda şiddetin meşrulaştırılması sürecidir.
Amaca ulaşmak için şiddete başvurmanın zorunlu olduğu sonucuna ulaşırken bir dizi akıl yürütmenin gerçekleştirildiği söylenebilir. Başlangıçta birey, grup ya da yönetim gerçek ya da imgesel bir baskı ya da düşmanın ayırtına varmaktadır. Bu düşmanlaştırma, düşman üretme işlemi siyasal bir faaliyettir. Ardından düşmanın, hayat için tehdit olarak değerlendirilmesi süreci gelir. Bu farkına varış, düşman ya da baskının esiri olmanın doğal, biyolojik ve kaçınılmaz bir durum olmadığı ve karşı çıkılmazsa düşmanın galip gelerek kendilerini yok edeceği riskinin olduğu düşüncelerinin ortaya çıkmasını sağlar. Birey ya da grup, esaret ve yoksunluklarının kendilerinden kaynaklanmadığını düşünmeye başladıklarında, değiştirmek istemeye de başlarlar. Yönetimler de düşmanın tehdidi ortadan kaldırılmazsa kendi bütünlüklerinin dağılacağını kabul ederler.
Düşman belirlendikten sonra onunla var olan bütün kötülükler arasında dolaysız bir ilişkinin olduğu varsayılmaya başlanır. İster birey ya da örgütün isterse yönetim ve devletin, şiddete başvurma kararını belirleyen en önemli etken, düşmanın kötülüklerin kaynağı ve varkalıma yönelik tehdit olarak değerlendirilmesidir. Kötülüklerin kaynağı metaforunu hem örgütler hem de devletler yoğun olarak ve karşılıklı kullanırlar. Şiddet uygulanacak olan kişi, grup, topluluk, etnisite ya da devletin yok edilmez ya da durdurulmazsa kendisini yok edecek bir şeytan olarak olarak görülmesi şiddete karar verme de temel rol oynamaktadır. Gayrıinsanileştirme (dehumanisation) ya da insan değerinde görmeme olarak tanımlanabilecek bu akıl yürütme, şiddetin uygulanmasını, uygulayanın gözünde meşrulaştırır. Bu düşmanı şeytanlaştırma ve şiddeti meşrulaştırma süreci yönetimlerin ya da örgütlerin bir propoganda eyleminden başka bir şey değildir. Propoganda da galip gelen şeytanı belirler, gerisi kötülüğün ortadan kaldırılabilmesi için başvurulmak zorunda kalınan meşru şiddetten başka bir şey değildir.
Şiddetin uygulanabilmesinin üç temel koşulu vardır. İlkin bir düşman olmalı, ikincileyin düşman insan değerinde görülmemeli ve son olarak da düşman yok edilmezse varkalımın mümkün olmadığına inanılmalı. Bu üçlü yapının oluşturulabilmesi ve halklara (topluma) benimsetilebilmesi ancak hakikatin çarpıtılmasıyla olası.
Savaş ve hakikat
Savaş tarafların güçleri oranında şiddet uyguladıkları temel olarak hakikatin çarpıtılmasına dayalı bir durumdur. Kendisi, bizatihi ahlaksız bir eylem olduğundan savaşanlar da çokluk ahlaklarını koruyamaz. Savaş insanlık dışı olduğundan savaşanları da insanlıktan çıkarır. Savaş yıllarca sürdüğünde ahlak dışında bir de güven kaybolur. Kumpas, yanıltma, komplo, açığa düşürme gırla gider savaşta ve giderek taraflar birbirlerinin kuyusunu kazmaktan başka bir şey düşünemez hale gelirler. Dürüst savaş yalnızca savaşı isteyenlerin uydurduğu bir yalandır. Güvenin yitmesinde en büyük payı, savaşanların yandaşlarına hakikati anlatmaktan vazgeçmeleri, kapar. Savaş, hakikati kirletir.
Savaş kirlidir ve kiri bulaşıcıdır. Bu kiri hakikatin üzerine, savaşın nasıl gittiğini anlatanlar, sıvarlar. Ölü sayıları ve öldürme biçimleri en çok kirletilen hakikatlerdir. Düşmanı gayri insanileştirirken dostu yüceltme, kahramanlaştırıp efsaneleştirme hikâyeleri kurulur. Savaş, öylesine insanlık dışıdır ki taraflar biteviye kendilerinin insan kalabildiğini kanıtlamaya çabalayan masallar inşa ederler.
Hakikatin kirletilmesi savaşanların destekçilerinin savaşın ne durumda olduğuna dair giderek hiçbir şey bilemez olmalarına neden olur. Kazanılıyor mu, kaybediliyor mu? Savaş alanında ne oluyor? Düşmanın kim ve gücünün ne olduğu en çok kirlenen konudur. Savaş sürerken bir avuç diye tanımlanan düşman, savaş ‘kazanılırsa’ ‘yedi düvel’ büyüklüğüne çıkarılır. İletişimin hele bu hız ve büyüklüğünde, savaştan haberdar eden medya savaşın en çok kirlettiği aygıtlardan biri olur. Irak işgalini bir bilgisayar oyunu gibi seyreden Amerikalılar, Ebu Garip hapishanesindeki işkence fotoğraflarına inanmak istememişlerdi.
Savaş boyunca tarafların hafızaları biteviye savaşın kazanılması amacına yönelik olarak biçimlenir. Galip gelince alınacak intikamlar için yas tutmak yerine yasların ertelenmesine gidilir.
Özgürleştirici barışın ruhsal koşulları
Barışmak için savaşın kirlettiği hakikat ve güvenin yeniden kurulması temel adımdır. Bu ikisi olmadan barış başlamaz. Hakikati kabul etmeden güven inşa edilemez. Hakikat ise sorumluluğa çağırır. Savaştaki kendi sorumluluğunu kabullenmeden karşı tarafın güvenini yeniden kazanmak mümkün değildir. Sorumluluğu üstlenebilmek için yeniden ahlaklı olmaya doğru adım atılmalı. Barış isteniyorsa ihtiyaç duyulan ilk ilke ahlak. Bu ahlakın sorumluluğunu alabilmek için hakikatin halklara anlatılması zorunlu.
Savaş içerdiği insanlık dışı şiddet pratiğiyle savaşanlarda ve savaşa tanık olanlarda derin ruhsal örselenmelere yol açar. Savaş boyunca kazanabilmek adına kirletilen hakikat ve vazgeçilen ahlak savaşan tarafların birbirlerine olan güvenlerini ortadan kaldırır. Savaşı meşrulaştırabilmek için uygulanan düşmanlaştırma pratiği silahlar sustuğunda ölülerinin başında intikam almayı bekleyenlerin kalakalmasına neden olur.
Bu aşamada nasıl bir barış sorusu ortaya çıkar. Her şeyin üzerini örten, suçları halı altına süpüren unutmaya ve affetmeye çağıran bir barış çağrısı duyulmaya başlar. İşte bu ruhbilimsel dille söyleyecek olursak ‘Babanın barışı’ dır. Olan olmuş, giden gitmiştir. Şimdi doğrusu ve herkes için en iyisi ileriye bakmak ve geçmişi yok saymaktır, diye seslenir.
Psikiyatrlar, psikologlar, sosyal çalışmacılar, rehabilitasyon uzmanları ve mutlaka din adamları unutma, affetme, geçmişte bırakma işini yapmak için göreve çağrılır. Bu çağrı halkların barışı için değil sistemin bekası için yapılır.
Özgürleştirici ruh bilim ise barışın ancak, gerçek sorumluların hesap vermesiyle, kirlenen hakikatin aydınlatılmasıyla ve savaş kayıplarının yasının ortaklaştırılmasıyla mümkün olacağında diretir.
Savaş gerçekten neden çıkmıştı; ilk ateş eden mi yoksa ilk şiddet uygulayan mı; yoksa başkasının hakkını ilk alan mı savaşın sorumlusuydu? Savaş boyunca gerçeklerin üzerini kim/ler örttü ve bu örtünün ucunu kim/ler tuttu? İnsanlık dışı şiddeti kim/ler uyguladı, sorumlular eylemlerinin bedelini üstlendiler mi?
Özgürleştirici barış ancak hesaplaşılarak kurulabilir. Savaş boyunca kirletilen hakikatler ortaya çıkarılarak ve suçlular cezalandırılarak barış imkânı halkların önüne konulabilir. Yas tutamadan unutmaya zorlamak, acının daha da derinlerde çöreklenmesine ve o acı anında takılıp kalmaya neden olur. Örselenen için zamanı donduran, ileriye doğru akışı durduran bir kilitlenme halidir bu. Oysa yas, ancak hakikati hatırlayarak tutulabilir.
Özgürleştirici bir barış için yapılacak ruhsal uygulamalar bu nedenle bir hafıza çalışması bir hatırlama pratiğidir. Hakikati hatırlamadan bu güne gelinemez; bu gün hissedilmezse geleceğe gidilemez.
kaynak: ayrıntı dergi