Ülkemiz, antidemokratik uygulamaların sıkça uygulandığı, insan hak ve özgürlüklerinin sıkça ihlal edildiği ve bu anlamda da İnsan Hakları mücadelesinin çok çetin geçtiği bir ülke. Gerek 12 Eylül hukukunun sürüyor olmasına bağlı özgürlük ve demokrasi mücadelesine karşı sadece baskı, tehdit ve sindirme politikalarının uygulanması ve gerekse de neoliberal politikalara karşı direnişe hükümetin gösterdiği tahammülsüzlük ülkemizi tam bir kaos ortamına sürüklemektedir.
Bölgemizde bir yandan savaş çanları çalıyor, diğer yandan cezaevlerinde yüzlerce siyasi tutuklu ve hükümlü açlık grevleri ile bedenlerini kalıcı sakatlıklara ve ölüme yatırıyor.
“Açlık Grevi yapanların talepleri nelerdir, Açlık Grevleri haklı mıdır, haksız mı, Açlık Grevleri bir direniş türü müdür ?” şeklindeki sorulara yanıt vermek ya da sorunun bu boyutunu tartışmak için yapılmıyor bu basın açıklaması.
Ancak biz sağlık çalışanlarını bu üç sorudan çok daha fazla ilgilendiren şey açlık grevlerine, kişinin ruhsal, fiziksel ve sosyal bütünlüğüne zarar vermeden nasıl yaklaşacağımız ile ilgilidir. Daha önce de ülkemizde kitlesel ölümlerin yaşandığı üç büyük açlık grevi yaşanmıştır.1984 yılında yaşanan açlık grevinde 4 kişi, 1996 yılında 12 kişi, 2000 yılında başlatılan açlık grevinde ise 100’ün üzerinde insan yaşamını kaybetmiştir
Ancak bu somut veriler dışında özellikle 2000 yılı açlık grevi sırasında ve sonrasında 500 civarında insan Wernicke Ensafalopatisi veya Wernicke Korsakoff Sendromuna yakalamıştır. Bu belirttiğimiz hastalıklar Açlık Grevine bağlı uzun süreli açlığın sonucunda oluşabileceği gibi yanlış tıbbi yaklaşımlardan ve deneyimsiz kişilerin rastgele uyguladıkları tedavilerden de kaynaklanmış olabilir. Hükümet politikası sonucu zorla besleme sonrası görünen vakalar da asla az değildir. Açlık Grevleri sonrası yaşanan ölümler zaman zaman gündeme geliyor olsa da, ölmeyen ve Wernicke Korsakoff Sendromuna yakalanan insanlar ne yazık ki ülkemiz gündemine hiç girememektedir
Daha önce de söylediğimiz gibi bizim burada açlık grevlerinin haklılığını, haksızlığını tartışabileceğimiz bir ortam bulunmamaktadır ve böyle bir şeye hakkımız da yoktur. Bizler, Hipokrat yemini etmiş sağlık çalışanları olarak bedenini ölüme yatırmış bir insanın gereksinimi olan sağlık hizmeti ihtiyacını en doğru şekilde nasıl karşılayabileceğimizi tartışmalıyız. Toplam 700 civarında olduğu tahmin edilen, Açlık Grevi yapan insanın önemli bir kısmının 50. gününde olmasından kaynaklı, oldukça kritik bir aşamaya gelen bu eyleme insani ve vicdani temelde tamamen bilimsel yaklaşabilmek geç kalmamak için bir an önce üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeliyiz.
İlimizde de Silifke ve Mersin Cezaevi’nde 20 civarında kişinin Açlık Grevinde olduğu düşünülecek olursa sağlıkçılardan oluşturulacak bir komisyona ihtiyacımız olduğu çok açıktır. Bu komisyonlara girecek olan hekim arkadaşlarımızın TTB’nin hazırladığı broşürden yola çıkarak tıbbi yaklaşım konusunda tereddüt ve tartışma yaratmayacak netlikte konuya hakim olması gerekmektedir. Açlık Grevine bağlı hastalıkların temel olarak Tiamin (B1) eksikliği sonucu olduğu, bu ilacın Türkiye’de bulunmasının güç olduğu, bu anlamda mültivitaminlerden nasıl yararlanılabileceği, cezaevi idaresinin bu ilacı içeriye alma konusunda gösterebileceği zorlukların üstesinden nasıl gelinebileceği bu komisyonlarda ayrıntılı bir biçimde tartışılmalıdır.
İllerde oluşturulacak komisyonların cezaevi savcıları ile görüşerek mahkumların cezaevinde de düzenli bir tedavi ve bakımdan geçirilmelerini sağlamak, belki de açlık grevinin açlık grevinin yol açacağı ölümlerden ve kalıcı sakatlıklardan kişiyi kısmen koruyabilecektir.
Bizler SES Mersin Şubesi ve Mersin Tabip Odası olarak tüm sağlıkçı arkadaşlarımızı ölümlerin ve sakatlıkların yaşanmasına göz yummamaya, hekimlik mesleğine adım atarken ettiğimiz Hipokrat yemininin gereğini canla başla uygulamaya davet ediyoruz. 31.10.2012
MERSİN TABİP ODASI SES MERSİN ŞUBESİ