2010 YILI SAĞLIK RAPORU>>>

2010 yılı gerek ekonomik ve sosyal politikalar, gerekse de demokrasi ve özgürlüklerin ihlali açısından; emekçiler ve ezilenler için geçmiş yılları aratmayan hatta sorunları daha da ağırlaştıran bir yıl oldu.

 

 

 

Birleşmiş Milletler, sağlıkta yüksek standartlara erişim hakkını düzenleyen “Uluslar arası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi”nin 12. maddesine binaen; sağlığın belirleyicileri olarak, beslenme, barınma, çalışma, eğitim, eşitlik, yaşam hakkı, insan onuru, ayrımcılık yasağı, işkence ve kötü muamele yasağı, özel yaşamın gizliliği, örgütlenme, toplantı, hareket etme özgürlüğünü saymaktadır. Sağlık hakkı sağlığa erişim ve sağlığın belirleyicilerinin herkes için gerçekleştirebilir olması ile bir bütündür. Siyasal iyilik halinin görmezden gelindiği günümüzde, sağlığın yeniden tanımlanmaya ihtiyacı vardır.

İşçilere ölmeyecekleri kadar belirlenmiş olan asgari ücret, başlı başına bir insan hakkı ihlalidir. İşsizliğin ve kayıt dışılığın bu denli arttığı, geçmişe oranla eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel ihtiyaçların katkı katılım payları ve ek ödemeler adı altında paralı hale geldiği bu dönemde asgari ücret erimiştir. Vergide adalet, emekçinin ürettiği değerler, sermaye tarafından tartışma konusu bile edilmezken, emekçinin emeği pazarlık haline getirilmektedir. (Türk-İş, Kasım ayında dört kişilik bir aile için açlık sınırını yaklaşık 862, yoksulluk sınırını ise 2807 TL olarak hesaplamıştır.)

Sağlık Bakanlığı verilerine göre Kasım 2010’da, toplam yeşil kartlı sayısı 9 milyon 388 bin 146’ya, Doğu Anadolu Bölgesinde 2 milyon 178 bin 35’e, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 2 milyon 585 bine yükselmiştir. Kürtlerin yoğun olarak göç ettikleri illerde de yeşil kartlı sayısının oldukça yüksek olması dikkat çekicidir. Ayrıca dikkat çeken bir diğer durum da yeşil kartın hak ediş kriterleriyle yeşil kartlı insanların açlık sınırının altında ölüm sınırına yakın yaşamasıdır.    

İdeolojik yaklaşımı nedeniyle işçi sağlığı ve güvenliğinin iş sağlığı ve güvenliğine indirgendiği, hükümetin iş kazaları ve meslek hastalıklarına yönelik tedbir almadığı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “ölmek madencinin kaderinde var”, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in “güzel öldüler” sözleri en son yaşanan Ostim faciasının asıl sorumlularını ve arkası gelmeyen iş cinayetlerinin nedenini açıklamaktadır.

Türkiye’de bir yılda gerçekleşen iş kazası sayısı Avrupa’daki iş kazaları ortalamasından 4,5,  Kanada’dan 2,2, ABD’den 3,4, Avusturya’dan da 4,3 kat daha fazladır. Oysa Türkiye, dünyanın en büyük 17. ekonomisi olma özelliğine sahiptir. Yani sermaye sınıfı, kârlarını arttırırken, işçi ve emekçileri de sefalet koşullarında yaşamaya ve güvencesiz çalışmaya itmektedir.

Mecliste görüşülen Torba Yasa Tasarısı taşeronlaşma, düşük ücret, yaygınlaşan esnek ve kuralsız çalışma, disiplin kavramı getirilerek cezalandırma,  ödünç memurluk sürgünleri ile sermaye ve hükümet ittifakı; emekçilerin de birlikteliğini, ortak ve örgütlü karşı duruşunu elzem kılmaktadır.

1982’de ILO Konferansında üç parametre esas alınarak yapılan işsiz tanımına göre, çalışmaya elverişli ve istekli olduğu halde işsiz olan ve iş arayan kişiler de işsiz olarak kabul edilmektedir. Ancak TÜİK’nun yaptığı işsizlik hesaplamalarında bu durum dikkate alınmamakta ve bu hesap hilelerine rağmen ülkemizde 2002 yılına kadar resmi olarak %6.5 – %7 aralığındaki işsizlik oranı, AKP iktidarı döneminde neredeyse %100 artış göstererek, %13 – 14’lere ulaşmıştır.

AKP Kamu Kaynaklarını Özele Aktardı

Özelleştirme uygulamalarına ilk defa 1986 yılında başlayan Türkiye, 24 yılda 39 milyar 600 milyon 581 bin dolarlık özelleştirme yapmış, bunun 30 milyar 734 milyon dolarlık bölümü AKP iktidarında gerçekleştirilmiştir. 58, 59 ve 60’ıncı hükümet döneminde yapılan özelleştirmelerin toplam içindeki payı yüzde 77,6 ‘dır.

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2010 yılında açıkladığı raporda, yolsuzluk suçlarının en sık rastlandığı alanların başında sağlık hizmetleri alanının geldiği, bunların, usulsüz reçete, medikal malzeme kullanımı ile mal ve hizmet alımlarındaki usulsüzlükler olduğu belirtilmiştir.

Sağlık Bakanlığı bütçesinden, tedavi edici hizmetler koruyucu hizmetlerden çok daha fazla pay almıştır. 2011 yılında koruyucu ve temel sağlık hizmetleri için ayrılan bütçe 6 milyar 424 milyon TL’dir. Aile Hekimliği ödenekleri de 2010 başlangıç ödeneğine göre %146,6 oranında artırılarak, 1,3 milyar TL’den 3,3 milyar TL’ye yükselmiştir. Bu ayrılan payın büyük kısmı da Aile Hekimlerinin maaşlarına ayrılmıştır. Özel muayenehanecilik üzerinden popülist politika yapan AKP iktidarı Aile Hekimliği uygulamasıyla özel muayeneciliği resmileştirmiştir. Aile hekimliği sisteminde sağlık emekçilerinin özlük hakları yoğun biçimde ihlal edilmekte ve sistem hekim ve diğer sağlık çalışanlarını tüccarlığa zorlamaktadır.

Önceliği eğitim ve araştırma olan Üniversite Hastanelerinin SGK’dan sağlık hizmeti üretme maliyetlerinin çok altında değerlerde geri ödeme almaları, dışarıdan hizmet alımının hastanelerde norm haline getirilmesi ve bu yolla yapılan harcamalarla beraber hizmet maliyetlerinin giderek yükselmesi sonucunda üniversite hastaneleri borç batağına sürüklenmiştir. Üniversite hastanelerinde 1 Şubat 2011’de başlatılan performans uygulaması bu kurumlarda sağlık eğitimini ciddi biçimde sekteye uğratacak uygulamaların önünü açmıştır. Performans uygulaması ile üniversite hastaneleri ticarethaneye dönüştürülmüş, Kamu Hastane Birlikleri Yasası’nın altyapısını oluşturularak, en iyilerinin satılması planlanmıştır.

2010 yılında İstanbul’da Vakıf Gureba Hastanesi özel bir üniversiteye peşkeş çekilmiş, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne elkonulmuş, Eskişehir’de Doğumevi ve Çocuk Hastanesi kapatılmış, Diyarbakır’da hastane birleştirilmiş, Göğüs Hastalıkları Hastanesi kapatılmıştır. Afyon’da özel hastanede katarakt ameliyatı olan 8 kişi gözlerini kaybetmiş, Sağlık Bakanlığı gerekli yaptırımda bulunmamıştır. Mersin’de taşeron şirkette çalışan 40 yaşın üstündeki işçiler işten çıkarılmıştır. İstanbul Paşabahçe Hastanesi’nde taşeron şirkette çalışan Türkan Albayrak sendikalı olmak istediği için işten çıkarılmış uzun mücadelesi sonunda işine geri dönmüştür.

Sağlık Bakanlığı bünyesinde taşeronlaştırma 10 kat daha artarak adeta norm haline getirilmiştir. 2002 yılında taşerona bağlı çalıştırılanların toplam personel içindeki oranı %4 düzeyinde iken, 2010 yılında %25 düzeyine yaklaşmıştır.

Tam Gün Yasası ile 12 Eylül’ün sağlık çalışanlarına miras bıraktığı 9 saat çalışmanın 8 saate çekilmesi düzenlense de Sağlık Bakanlığı kendi hazırlamış olduğu yasayı hiçe sayarak 9 saat çalışmaya devam demiştir.

Eşitsizlikleri gidereceği, sağlık hizmetlerine ulaşımı kolaylaştıracağı ve herkesi genel sağlık sigortası ve sosyal güvenlik kapsamına alacağı, bunun için de yurttaşa ek bir yük getirmeyeceği belirtilen “sağlıkta dönüşüm” programının cilası dökülmeye başlamış, gerçek yüzü açığa çıkmaktadır.  “Paran Kadar Sağlık” anlayışı hayata geçirilmeye başlanmıştır.

Siyasi iktidarın büyümesi için kamu kaynaklarını sonuna kadar açtığı özel sağlık sektörü, hekim ve diğer sağlık personeli emeğini ucuzlatmakta ve değersizleştirmektedir. Özel sağlık sektöründe hekimlere ve diğer sağlık personeline içeriği mevcut yasalara uygun olmayan sözleşmeler ve insanca çalışma koşullarından yoksun bir çalışma sistemi dayatılmaktadır.

Devlet tarafından yapılan propagandalar ile sağlığa talep kışkırtılmakta, kışkırtılan bu talep çeşitli nedenlerle (personel eksikliği, altyapı eksikliği, cepten ödemelerin artması vb.) karşılanamadığı zaman halk ve sağlık emekçilerini karşı karşıya getirmektedir. Son yıllarda sağlık emekçilerine yönelik fiziki, sözlü ve psikolojik saldırılar ciddi oranda artmıştır.

Sendikamızın 23 ilde ve 2562 sağlık emekçisi ile yaptığı anket sonuçları; sağlık alanındaki ticarileştirme ve neoliberal dönüşümün sağlık emekçilerini doğrudan etkilediğini göstermiştir. Araştırmamıza göre çalışanların %55.1’i çalışma koşullarının 10 sene öncesine göre daha da kötüleştiğini, %52.1’i var olan çalışma süresinden memnun olmadığını, %79.6’sı aldığı ücretten memnun olmadığını, %75.1’i aldığı ücretle geçinebilmenin yaşamının en büyük zorluklarından biri olduğunu belirtmektedir.

Temel kamusal haklardan olan sağlık hizmetinin anadilde  verilmemesi, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da,  hizmetten dışlanmaya ve önemli hak ihlallerine neden olmuştur. Türkiye’de sağlıktaki eşitsizliklere baktığımızda batıda ölen bir bebeğe karşılık doğuda 2,7 bebek ölmektedir. Eğitimli olmayan kişiler tarafından yaptırılan doğum oranı Türkiye genelinde %4.3’tür. Anne ölümlerinin bölgede yüksek olması (Van’da yüz binde 65,7) bir çok nedenin yanı sıra doğumun eğitimli sağlık personeli olmadan uygunsuz koşullarda gerçekleşmesi, doğum sonrası biyo-psiko-sosyal desteğin yeterli düzeyde ve ana dilinde verilmemesidir. Doğuda, doğan her 100 bebekten 16,7 si 2,5 kilodan az doğmaktadır. TÜİK verilerine göre bölgedeki depresyon yaygınlık oranı Türkiye ortalamasından 3,2 kat daha fazladır. Sendikamız, halk ve sağlık emekçileri açısından anadilde sağlık hizmetinin yaşam hakkı ve sağlığa erişim hakkıyla doğrudan ilgili olması nedeniyle bu alandaki farklı ülke deneyimlerini de paylaşan bir sempozyum düzenlemiştir. Bu sempozyumda Anadilde Sağlık hizmetinin zorunluluğu ortaya çıkmıştır. 

Kürt Sorununun çözülmemesi nedeniyle 30 yıldır yaşanan çatışmalı sürecin yarattığı tahribat insan sağlığı üzerinde alabildiğine olumsuzluklara neden olmuştur. Bu tahribatlardan biri olan zorunlu göçler ile kendi yerinden olan ailelerin işsizliği, yoksulluğu, alt yapı sorunlarının olması, barınma ve hijyen koşullarının sağlıklı yaşamaya elverişli olmaması, yetersiz beslenme, vb. nedenler sağlık sorunları yaşamalarına yol açmış; herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmamaları sağlık hizmetine erişimlerini engellemiş; gerek göç ettikleri yerde, gerekse Doğu ve Güneydoğu’da halkın anadili dışında bilmediği bir dilde sağlık hizmeti alması, sağlık ve sosyal hizmetlere erişimi zorlaştırmakla birlikte, nitelikli sağlık hizmeti almalarını da engellemiştir. 

Ülke genelinde özel bir soruna dönüşen eşit, nitelikli, erişilebilir ve ücretsiz sağlık hakkı, özellikle son yıllarda tutuklu ve hükümlüler açısından yaşamsal bir soruna dönüşmüştür. Tecrit/izolasyona dayalı cezaevi uygulamalarının yaygınlaştırılmasının gayriinsanî sonuçları her geçen gün artmakta, hasta tutsakların yaşam hakkı gaspedilmektedir. Adalet Bakanlığı’na bağlı Adli Tıp Kurumu bilimsel ve nesnel kriterlere uymayan değerlendirmeler yaparak üniversitelerden, bilim insanlarından ve bilimsel incelemelerden destek almaksızın skandal raporlar düzenlemiş, Adli Tıp Kurumu’nun kendisi Adli Tıp’lık olmuştur. Kurumun Adalet Bakanlığı’nın bir birimi haline dönüştürülmesi sonucu kuruma yapılan atamalar birtakım siyasal yakınlıklar üzerinden gerçekleştirilmiştir. Kurum atamaları, bürokrat ataması olarak görüldüğünden kuruma ilişkin yasal mevzuatta buna dair herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. 

Türkiye’de 1980’lerde başlayan, 1990’larda devam eden ve AKP Hükümeti döneminde hızlanan “sağlıkta dönüşüm programı” sonucunda işgücünün yeniden üretiminde, maliyeti kamudan alarak bireye yükleyen ve asıl olarak bireysel ödeme gücüne göre sunulan bir anlayış geliştirilmiştir.

 Birkez daha tekrar ediyoruz.

Finansmanının ödenen vergilerden sağlandığı, eşit, nitelikli, ulaşılabilir, anadilinde ve ücretsiz sağlık hizmeti mümkündür.

Ayrıca şunu da inatla ve ısrarla tekrar ediyoruz ve söz veriyoruz

Hükümet, tavrını sürdürdükçe, taleplerimizin gereğini yapmadıkça, bize kör ve sağır olmaya devam ettikçe, bütün baskıcı uygulamalarına rağmen bizler de, özgürlük ve demokrasi, Herkese Sağlık Güvenli Gelecek mücadelemizi sürdüreceğiz. 11 Şubat 2011

 

                                                                                                                                          SES MERKEZ YÖNETİM KURULU

 

İLETİŞİM: SES – Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Çankaya, Kızılay, Necatibey Cad. No:82 D: 4, 06420 Ankara Telefon: (0312) 232 61 22 e-Posta: [email protected]

×