Salgın hastalıklar: Neoliberal kapitalizmin yükselen karlı sektörü

Kamusal sağlık sisteminin neoliberal reformlarla yıkıma uğratılması birçok insanın aslında önlenebilir ölümlerle yaşamını kaybetmesine neden oldu. Domuz gribinin görüldüğü birçok ülkede sağlık sisteminin neoliberal yapısal uyumdan geçtiği görülüyor

Neoliberal kapitalizmin doğal çevrede ve dünya üzerindeki canlı türlerinin yaşam koşullarında yarattığı tahribat kendini ölümcül salgın hastalıklarla da açığa çıkarıyor. Elbette salgın hastalıklar ve bu hastalıklarda büyük insan ve hayvan topluluklarının yaşamını kaybetmesi dünya tarihi açısından yeni değil. Ama bugün durumu geçmişten farklı kılan birkaç öğe var: Karı temel alan kapitalist üretim ve neoliberal düzen “yeni hastalıkların oluşum yatağı” haline geldi. Vahşi emek sömürüsü, neoliberal siyasetin yaygınlaştırdığı endüstriyel tarım ve hayvancılık, sağlık, kent ve enerji politikaları, açığa çıkan hastalıklara asıl ölümcüllüğü katan unsurlardır. Üstelik tüm bunlar, insanlık bu hastalıklardan korunabilecek bilimsel tıbbi gelişmelere ve araçlara sahipken yaşanıyor. Sermaye, salgın hastalıkları bugün kendisi için yeni kar alanlarına çevirmiş durumdadır.

Kanatlı, insan ve domuz gribi virüslerinin gen aktarımı (değişimi) sonucu ortaya çıkan ve insandan insana geçme özelliği kazanan domuz gribi, bu hastalıklardan en yenisidir. Domuz gribinin açığa çıktığı koşulları yaratan en önemli etken küçük üreticiliğin tasfiyesi ve tarımsal/hayvansal üretimin kar amaçlı şirketlerin elinde endüstrileşmesidir. Tarım ve hayvancılık tekellerinin elindeki endüstriyel çiftliklerde (bunlara fabrika tarımı-fabrika hayvancılığı da deniyor) hayvansal ürünler seri üretime tabi tutuluyor. Doğal yaşamlarından uzakta, devasa işletmelerin kapalı alanlarında iç içe, kendi dışkıları arasında yaşayan domuz, inek ve kuşlar tamamen yapma yemlerle, birbirlerinin gübreleri ve artıklarıyla besleniyorlar. Aşırı kalabalık ve dışkılarla iç içe yaşam, hayvanların birbirlerine patojen (hastalık yapan mikroorganizma) aktarımını hızlandırıyor. Hayvanların daha hızlı büyümesi için yapılan antibiyotik iğneler virüslerin antibiyotiğe karşı bağışıklığını arttırıyor. Çiftliklerde çalışan insanlar ve hayvanlar için düzenli sağlık kontrolü yapılmadığı gibi, hayvanlarda açığa çıkan birçok hastalık ve ölüm vakası da gizleniyor.

Hasta hayvanlardan üretilen gıda maddelerinin insanlara yedirilmesi kar mantığının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yaklaşık 15 yıllık bir geçmişe sahip olan endüstriyel hayvancılık, dikey bütünleşme ve küçük üreticilerin sektöre bağımlılaştırılması yoluyla dünya çapında yayılırken, hastalıkların da yayılmasını tetikliyor. Üretim zinciri KFC ve McDonalds gibi hazır gıda devlerinde tamamlanan endüstriyel hayvansal gıda üretiminin dünya üzerinde ulaşmadığı ülke yok gibi. Endüstriyel tarım ve hayvancılık işletmeleri aynı zamanda en yoğun emek sömürüsü biçimlerini de kendileriyle birlikte gittikleri yerlere taşıyorlar. Büyük tarımsal arazilerin çevrilmesi ve bu işletmeleri çevreleyen kırsal üreticilerin sözleşmeli üretimle kendilerine bağımlı kılınması, endüstriyel tarım ve hayvancılığın yoğun kullandığı bir sistem. Bu sisteme göre küçük üreticiler imzaladıkları sözleşmelerle kanatlı üretiminde civcivleri, hayvan besinlerini, veteriner ürünlerini ve teknolojiyi ana şirketten alıyor; ancak hayvanların hasta olması ve ölmesi durumunda tüm sorumluluk çiftçilere ait oluyor. Endüstriyel çiftliklerde ana çalışma biçimi güvencesiz çalışmadır. Domuz gribi de bu koşulların ürünü, neoliberal kapitalizmin eseridir.

Hastalığın merkezi olarak Meksika’nın gösterilmesi ve hastalıktan en fazla Meksika halkının etkilenmesi, bu ülkenin neoliberalizmin, ticaret, tarım-hayvancılık ve sağlık politikalarının kesişim noktasında bulunuyor olmasından kaynaklanmaktadır. Meksika, neoliberal reformlar açısından bir dönemin örnek ülkesiydi. Neoliberal reform programları, 80’li yıllarla birlikte, ABD ve IMF eliyle Meksika’da uygulamaya kondu. İç piyasasını serbest ticarete açan Meksika, aynı zamanda, ABD ve Kanada ile birlikte Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’na (NAFTA) dâhil oldu. Bu süreçte ülke, yabancı yatırımlara açıldı. Mali piyasalar serbestleştirildi ve kamu iktisadi kuruluşları hızla özelleştirildi. Üretim maliyetini ucuzlatma, sermaye hareketini en karlı üretim ve en düşük maliyet unsurlarına göre sağlama üzerine kurulu NAFTA stratejisi, aynı zamanda, Meksika’yı endüstriyel hayvancılık tekellerinin domuz çiftliği haline getirdi.

Meksika 1994 finansal krizi ile sarsılırken aynı dönem ABD’de domuz çiftliklerinin hızla yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreci1 yaşanıyordu. Meksika’nın NAFTA serbest ticaret anlaşmasına dâhil olmasıyla birlikte ABD domuz çiftçiliği endüstrisi, NAFTA olanaklarını kullanarak Meksika’ya yerleşmeye başladı. Ucuz işçilik, yetersiz çevre ve sağlık koruma kuralları ve yabancı sermaye teşvikleri bu sürecin temel ayaklarıydı. NAFTA, Meksika tarımını ve özellikle de Meksika domuz yetiştiriciliğini temelinden sarstı. NAFTA anlaşmasından bu yana 3 milyon çiftçi ve tarım işçisi işsiz kaldı. Her yıl yüz binlerce Meksikalı ABD’ye göç etmeye çalışıyor ve bunların yaklaşık %80’i kırsal kesimden geliyor. 2008 yılı, Meksika’da NAFTA’nın son aşamasına girdiği ve tamamen uygulanmaya başlandığı yıl oldu. Meksika önceden, Türkiye’nin bir zamanlar olduğu gibi, kendine yeten bir tarım ülkesi iken, NAFTA’ya girdiği 1994 yılından bugüne, halkın açlık tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı bir ülke haline geldi.

Bu süreçte geleneksel olarak domuz yetiştiren birçok küçük üretici tekellerle rekabet edemediği için üretim sürecinden çekildi. Küçük üreticilerin tasfiyesi, sektörde endüstrileşmeyi ve şirket entegrasyonunu hızlandırdı. Tüm bunlar bugün domuz gribine kimi yazarların “NAFTA gribi” adını vermesine yol açıyor. Domuz çiftliklerinin, çevresindeki yerleşim birimlerinde insan sağlığı açısından yarattığı tahribat yeni değil. Domuz gribi salgınının adı konmadan önce çiftliklerden gelen koku ve sinek sürüleri ile yaşamak zorunda bırakılan halk, ölen domuzların içine atıldığı biyo-öğütücü denilen çukurlardan çıkan metan gazının etkilerine maruz kalıyordu. Meksika Su Komisyonu 2003 senesinde söz konusu bölgelerde su kaynaklarının kirletildiğine dair kanıtlar sunmuş, ancak şirketlerin baskıları sonucu 2006 yılında iddialarını geri çekmişti. Uzun yıllar, çiftliklerin doğal ortamı tahrip etmesi ve yarattığı solunum, mide, bağırsak hastalıklarına karşı eylemler yapanlar, karşılarında şirketlerin çıkarlarını savunan devlet şiddetini buldu.

Bugün birçok araştırmacı, merkezi ABD’nin Virginia eyaletinde bulunan Smithfield 2 Çiftlikleri’ni salgınla ilişkilendiriyor. 80’lerin ortasında Virginia’daki Ohio Irmağı’nın bir kolu olan Pagan Nehri kıyılarında üretimini sürdüren Smithfield tesisleri, domuz dışkı artıklarını nehre boşalttığı ve nehri kanalizasyona çevirdiği için 1997’de Amerikan Çevre Koruma Ajansı tarafından 12,6 milyon dolar cezaya çarptırıldı. Cezadan sonra şirket Meksika’ya göç etti. 2009 yılında domuz gribi teşhisi konulmadan önce Meksika’da Veracruz eyaletinin La Gloria kentinde bu şirketin çiftliklerinin yakınındaki halk arasında Mart ayında yayılan solunum yolu hastalıklarına ilişkin uyarılar, Meksikalı yöneticiler tarafından bunun alışılmış solunum yolu hastalığı olduğu söylenerek geçiştirildi. Hastalık sırasında 3 çocuk, ilaç bulunamadığı için hayatını kaybetti. La Gloria halkı hastalıklardan Smithfield şirketinin bir kolu olan Granja Carroll adlı büyük domuz işletmesini sorumlu tutuyordu. Ancak şirket her türlü suçlamayı reddetti. Ülkede hayatını kaybedenlerin sayısı 20’ye ulaştığında bile Meksika hükümet yetkilileri bunun normal bir grip olduğunu iddia ediyorlardı. 27 Nisan’da domuz gribi hastalığının salgın haline geldiği Meksikalı yetkililerce açıklandığında ise ilk vakanın dört yaşındaki La Gloria’lı bir çocuk olduğu belirtildi.

Meksika’da yaşanan ilk ölümler ve hastalığın bu denli yayılması, 1983’ten itibaren Dünya Bankası reformlarıyla yerelleştirme ve özelleştirme sürecine sokulan Meksika sağlık sisteminin geldiği durumu gözler önüne seriyor. Bu, aynı zamanda, sağlık hizmetlerini piyasalaştıran diğer ülkelerin karşı karşıya olduğu potansiyel tehlikeyi de göstermektedir. Öncelikle, virüsü teşhis etmek için gerekli teknoloji, personel ve malzeme ellerinde yoktu. Bunun temel nedeni, 1990’lı yıllarda Ulusal Hijyen Enstitüsünü ve virüs çeşitlerini teşhis etmek ve onlara karşı ilaçlar geliştirmekle görevli Ulusal Viroloji Enstitüsü’nün kapatılması ve 2000 yılında da aşı, ‘immunoglobin’ ve ecza üretiminden sorumlu ulusal kurum olan Birmex’e ayrılan bütçenin ciddi biçimde azaltılmasıydı. Mexico City, San Luis Potosi, Baja California ve Oaxaca’da patlak veren grip vakalarında numuneler ancak ABD ve Kanada’daki laboratuarlara gönderilerek sonuç alınabildi. Diğer yandan, DB reformuyla Meksika’da yeniden örülen sağlık sistemi, yarattığı ayrımcılıkla hastalığın ölümcüllüğünü tetikledi. Meksikalıların sadece üst tabakadan %1-2’si sağlık hizmetlerini özel hastanelerden karşılayabiliyor. Kamuya ait sağlık hizmetleri yeterli kaynağa sahip değil. Eczanelerde satılan ilaçlar Meksika halkının gelir düzeyine göre çok pahalı. Güvencesiz çalışma çok yaygın. Nüfusun %60’ı sosyal güvenceden ve diğer sosyal haklardan mahrum. Sağlık hizmetlerinden yararlanamayan birçok insan kendi kendilerine tanı koyup, ev yapımı ilaçlarla tedavi olmaya çalışıyor. Domuz gribi virüsü sağlık sistemine giriş yapamayan ve erken tanı ve tedaviden mahrum olan Meksikalı yoksullar arasında yayıldı. Kamusal sağlık sisteminin neoliberal reformlarla yıkıma uğratılması birçok insanın aslında önlenebilir ölümlerle yaşamını kaybetmesine neden oldu. Sadece Meksika değil, virüsün yayıldığı pek çok ülkenin sağlık sistemi de neoliberal yapısal uyumdan geçmiş bulunmaktadır.

Meksika siyasal iktidarı hastalığın önüne geçmek için halk sağlığını güvence altına alacak bir dönüşüm yerine, Meksika halkının hayatını felç eden ve toplumsal muhalefet üzerinde baskı kuran yasaklama kararları alma tercihini yaptı. Bu kararların içinde, “insanların devletin iç güvenliğine tehdit oluşturacak şekilde toplanmasını” yasaklamak da vardı ki buna eylem ve gösteriler de dâhildi. Virüsle mücadele iç güvenlik stratejisine dönüştürüldü. Hastalık tehlikesi taşıyanların tecrit edilmesi, insanların evlerine mahkeme izni olmaksızın girilmesi, hapishane ziyaretlerinin yasaklanması domuz gribine karşı alınan diğer önlemlerdi.

Salgın hastalıkların yayılım alanı: piyasalaşmış kamusal hizmetler ve neoliberal kentleşme

Salgın hastalıkları tetikleyen iki ana unsur daha var. Bunlardan birincisi, dünya nüfusunun büyük bölümünün sadece sağlık hizmetine değil, diğer tüm kamusal hizmetlere de erişememesidir. Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, güvencesiz ve ucuza çalıştırmanın sonucu dünya halklarının büyük bölümü insanca beslenme, çalışma ve barınma koşullarına, temiz suya, güvenli gıdaya ulaşamadan yaşamını sürdürüyor. Bu durum insanların sağlıklarını bozmakta, bağışıklık sistemlerini zayıflatmakta, her türden virüs ve mikropla temasa açık hale gelmelerine yol açmaktadır. Tüm bunlar, büyük insan topluluklarının sadece yeni çıkmış virütik hastalıklara değil kanser, şeker hastalığı, tansiyon hastalığı, kronik akciğer hastalıkları, cilt hastalıkları gibi kronik hastalıklara da mahkum edilmesi anlamına gelmektedir. Üstelik bir zamanlar uygulanan tedavi yöntemleri ile dünya genelinde tehdit unsuru olmaktan çıkarılan, veba, verem gibi hastalıkların yeniden yaygınlaşması sonucunu doğurmaktadır. Bugün temiz suya ulaşım hakkından yoksunluk sonucu, pek çok ülke, sudan kaynaklanan hastalıklar olan sıtma, tifo, kolera ve vebanın artışı bakımından, 22 ülkenin susuzluk çektiği Afrika’ya dönmüş durumdadır.

Aynı şekilde piyasalaşma, gıda sektörünün gıda tekelleri tarafından kontrolü ve sektörde kalitesiz malzeme, ucuz ve niteliksiz işgücü kullanımı halk sağlığını güvence altına alacak kontrollerin yapılmaması, gıda, su ve çevreden kaynaklanan hastalıkları yaygınlaştırmaktadır. Neoliberalizmin büyük işçileştirme ve mülksüzleştirme dalgası ile insan topluluklarının yaşadığı göç ve kentlere yığılma hastalıkların yayılımında önemli etkenlerden bir diğeridir. Özellikle tarımın tasfiyesi milyonlarca insanın bir arada yaşadığı “mega-kentler”3 yaratmıştır. Bulaşıcı hastalıklar, özellikle altyapı, su, ulaşım gibi kentsel kamusal hizmetlerden yoksun kent çeperlerine yoğunlaşan insan topluluklarını tehdit etmektedir.

Karlı bir sektör olarak salgın hastalıklar

Sermayenin bilgi ağları ve devlet politikaları üzerindeki hâkimiyeti, hayvanlardan bulaşan hastalıkların endüstriyel hayvancılığın sorgulanmasıyla değil, küçük üreticiliğin mahkûm edilmesiyle sonuçlanmasına sebep oluyor. Türkiye’de de geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız kuş gribi4 örneğinde olduğu gibi, hastalık, dünya çapında kapitalist işletmelerin lehine gelişmelere yol açtı. Küçük üreticinin gelir ve besin kaynağı olan hayvancılığın bitirilmesinde vesile olarak kullanıldı. Küçük üreticinin sağlık koşullarını garanti altına alacak olanaklarının olmadığı gerekçesi ve bununla birlikte tüm hayvanları katlederek hastalıktan kurtulma stratejisi beraberinde “modern” hayvancılık işletmelerinin alternatifsiz tek üretim kanalı ilan edilmesi ve tüketicinin büyük kapitalist işletmelerin hayvansal ürünlerine yönlendirilmesi ile sonuçlandı.5

Sağlık alanındaki piyasalaşma insan-hayvan sağlığını koruma kaygılarının bir yana itildiği ve pazar kavgalarının hüküm sürdüğü bir ortam yaratıyor. Domuz gribi salgınında da ilaç ve tıbbi malzeme şirketleri kasalarını doldurdu. Tıbbi maske üreten şirketlerin hisseleri borsada tavan yaparken, hastalık korkusunun tetiklenmesi özel olarak sermayenin karını arttırıcı işlev gördü.6

Sadece tarım ve hayvancılık değil, insan yaşamı ve sağlığı da endüstrileştirilmiş ticaretin ana konularından biri haline gelmiş durumdadır. İnsanlığın tümünü tehdit eden hastalıkların kar alanlarına dönüştürmesinin diğer önemli kanalı ise tekellerin kontrolündeki ilaç ve tıbbi malzeme endüstrisidir. Salgın hastalıklardan korunma ve tedavi için gereken aşı, antiviral ilaç ve maske gibi diğer tıbbi malzeme üretimi tekeller açısından karlı bir saha oluşturuyor. İlaç tekelleri salgın ve kronik hastalıklar için daha ucuza jenerik (eşdeğer) ilaç üretimini patent haklarını savunarak engellemeye, jenerik ilaç üretimi yapılan yerlere cezai yaptırım uygulamaya çalışıyor. Özellikle 2005-2006 yıllarında kuş gribi paniğinin tüm dünyaya yayılması, antiviral ilaçlara talebi büyük bir hızla arttırdı. En son kuş gribi salgını sırasında kuş gribine karşı etkili olduğu bilinen tek ilaç olan Tamiflu’nun7 fiyatları artarken stoklama nedeniyle piyasada ilaç bulunamaz oldu. İlaç tekeli Roche, Tamiflu’nun hammaddesi için gerekli olan ve Çin’de üretilen yıldız anasonu bitkisinin toplam hasatının %90’ını kullanıyordu. Diğer yandan kuş gribi salgını sırasında gelişmiş kapitalist ülkeler ilaç stoklama konusunda birbirleriyle yarıştı. Her yeni hastalık tehdidi, ilacı üreten şirketin borsa değerini yükseltti. Roche dünya ülkelerinden gelen ilacın jenerik üretimi taleplerine direnip patent haklarını savunurken, toplam üretiminin dünya çapında gelen talebe yetmemesi ve diğer ilaç tekellerinin baskısı ile sadece üretimi arttırmak üzere çeşitli lisans anlaşmaları yaptı. Salgınların patlak verdiği dönemlerde ise şirket internet sitesinden hastalığın yayıldığı ülkelere yaptığı ilaç bağışlarını yayınlayarak reklamını yapıyordu.

Salgınlarla mücadele, kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz

İnsanların büyük kitleler halinde işsiz kaldığı, emek sömürüsünün derinleştiği, güvencesizliğin yaygınlaştığı, hizmetler ve doğal kaynaklar alanındaki yağmanın arttığı bu günlerde, insan ve diğer canlı türlerinin yaşamları ve çevre büyük bir tehdit altındadır. İşsizlik ve yoksulluğun derinleşmesi, sağlık başta olmak üzere temel hizmetlere ulaşım koşullarının halkın büyük bölümü için ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Yoksullaşma, sağlıklı beslenme ve barınma koşullarını da ortadan kaldırmakta ve halkı hastalıklar karşısında korunmasız bırakmaktadır. Hayvan sağlığının, güvenli gıda üretiminin ve çevresel dengenin (‘ekolojik dengenin’) güvence altına alınmadığı her durumda insan sağlığına yönelik tehdit büyümektedir. Domuz gribi gibi ölümcül hastalıklar bu sürecin bir parçasıdır. Artık dünyanın her yanında olduğu gibi, ülkemizde de yılın belli dönemlerinde bu gibi salgınlara dair haberler kanıksanmak üzere. Kuş gribi, kırım-kongo kanamalı ateşi ya da şimdiki domuz gribinin üçüncü sınıf Amerikan macera filmlerindeki laboratuarlardan sızan tehlikeli virüs” hikâyeleriyle açıklanamayacağı apaçık. Herkesin bilmesi gereken en açık gerçeklik bunların arkasından başka hastalıkların ve salgınların geleceği olmalı.

Çünkü neoliberal kapitalizmin salgınları sistemsel olarak üretmektedir. Bu salgın, insana dair tüm ihtiyaçları piyasalaştırarak, üretim sistemini daha fazla kar elde etme amacıyla örgütleyip, yaşamın her alanını bu amaca tabi hale getirerek yaşamın sürdürülebilirliği için gereken koşulları yıkmış, dünya kaynaklarını ve doğasını özel mülkiyete tabi kılarak, insan emeğini değersizleştirerek yayılmıştır. Bu koşullarda insan ve diğer canlı türlerinin yaşam kaynağı olan çevrenin korunması giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Bugün “çevreciliği ve çevresel duyarlılığı” da bir sektör haline getiren ve çevresel sorunları yaratanların kendilerini bizzat “yeşil” olarak tanımladıkları neoliberal kapitalist düzende, yalnız parası olanın yararlandığı organik gıda ürünü piyasaları oluşturulmaktadır. Temiz su gibi doğal kaynaklar korunması ve iyi yönetilmesi gereken değerli kıt kaynaklar olarak tanımlanıp, sözüm ona çevrecilik, suyun ticarileştirilmesinin dilini oluşturmaktadır. “Kirleten öder” prensibi, kapitalist üretimin doğada yarattığı kirliliği ortadan kaldırmadan, sadece karşılığında para ödeyerek kirletmeye devam etmesi “ilerici-çevreci” bir talep olarak sunulmaktadır. Küresel kriz koşullarında yeni bir “yeşil devrim” olarak, insan ve doğa sağlığına zararlı GDO’lu tohumların yaygınlaştırılması, “küresel ekonomiyi daha çevre duyarlısı ve sürdürülebilir bir kulvara itecek dev yatırımların yaşama geçirilmesi”, “yeşil Keynezyenizm” ya da “yeşil kapitalizm” olarak tartışılmakta, küresel iklim krizi, “karbon piyasası”8 kurmanın vesilesi haline getirilmektedir.

Çevresel yıkımdan, doğal felaketler gibi gösterilen salgın hastalıklardan en çok etkilenenlerin proleterleştirme-güvencesizleştirme-yoksullaştırma saldırısı altındaki emekçi kitleler olması bir tesadüf değildir. Sınıf sömürüsü ve dünyanın çevresel imhası kapitalizmin birbirinden ayrılmayan iki gerçekliğidir. Bugün her zamankinden daha açıktır ki, yaşamın ve dünyanın savunulması ancak kapitalizme karşı mücadele içinde mümkündür. Sermayenin kar ve birikim ihtiyacı yaşamın ve üretimin her alanında emekçilerin çalışma ve yaşam haklarının yıkımını zorlamaktadır. Doğanın çevresel dengesinin, tüm canlı türlerinin varlığının korunması ve insanca güvenceli çalışma-yaşama hakkı sermayenin kar ve birikim ihtiyaçlarıyla uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Zaten bu alanlardaki sorunlara, giderek artan bir biçimde, yoksullar, ucuz ve güvencesiz çalışan işçiler ve hak yoksunu kitleler tepki göstermektedir. Bugün emekçilerin insanca bir yaşamı sürdürebilmesi ve yaşam hakkını koruması ile doğanın ve insanlığın varlığını sürdürebilmesi arasındaki bağ, neoliberal kapitalizme karşı hak mücadelelerinin emekçiler için bir ölüm kalım meselesi olduğunu açığa çıkartmaktadır.

Dipnotlar

1. Örneğin, 1965’te ABD’de 1 milyondan fazla çiftlikte 53 milyon domuz varken; bugün yarısından çoğu 5.000’den fazla hayvan nüfusuna sahip 65 bin işletmede 65 milyon domuz bulunmaktadır.

2. Subway ve McDonald’s restoranlar zincirini kuran Smithfield Foods, yaklaşık 12 milyar dolarlık bir iş hacmiyle, Tyson Foods ve Daniels Midland’dan sonra gıda üretimindeki en güçlü üçüncü Amerikan şirketidir. Sık sık havayı, toprağı ve suyu kirletmekle ve işçilerinin haklarına saygı göstermemekle suçlandı. Smithfield Foods, bu suçlamalardan ve cezai yaptırımlardan kaçınmak için, hayvanlarının bir bölümünü çevre koruma yasalarının daha esnek ve bazı politik kişilerin etkilenmeye daha elverişli olduğu Polonya, Romanya, Meksika gibi ülkelere kaydırdı. 1994’de, Granjas Carroll şubesi sayesinde, Meksika, Birleşik Devletler ve Kanada arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasından yararlanarak, çevre yasalarını ihlal etme suçlamasından endişe duymayacağı Meksika’da, Gloria yakınlarındaki kırsal alana yerleşti. Smithfield 1990-2005 arası yüzde 1000’lik bir büyüme gösterdi.

3. Domuz gribinin hızla yayıldığı Meksika’da mega kentlerde yoksulluğun yaşandığı bir ülkedir. 1950’de nüfusu 3 milyon olan Mexico City, bugün 22 milyonluk bir kent. Konutlarının %25’inden fazlasında kanalizasyon yok. Yoğun hava ve su kirliliği yaşanıyor.

4. Kuş gribi salgını sırasında Türkiye’de yaşananlar, ülke halklarının karşı karşıya olduğu tehlikeyi gösteriyor. Koruyucu sağlık hizmetlerinin ortadan kaldırıldığı, sağlıkta piyasalaşmanın hızla ilerlediği Türkiye’de kuş gribinden kurtulma konusunda iktidarın yöntemi hasta-hasta olmayan ayrımı yapmadan köylülerin besin ve geçim kaynağı olan kanatlıları katletmek olmuştu. Siyasal iktidar sağlık alanında yaşanan yıkıma ve köylülerin isyanına kulaklarını tıkayıp, beyaz et ve tavukçuluk sektörünün sorunlarını gidermek adına sektördeki tekellerin ve bankaların katılımı ile toplantılar düzenledi. Küçük üreticiler bir kenara itilirken, sektördeki şirketlere vergi, SSK primi affı gibi kolaylaştırıcı uygulamalar getirildi. Ulusal kampanyalarla halk fabrikasyon hayvansal ürünleri tüketmeye çağrıldı. Aynı dönemde Maliye Bakanı Unakıtan’ın oğlu sıvı yumurta ticaretine soyundu. Meksika’ya benzer şekilde Türkiye’de de Manisa’daki Tavuk Aşıları Üretim ve Tavuk Hastalıkları Araştırma Enstitüsü atıl olduğu gerekçesi ile kapatılmıştı.

5. Örneğin, dünyanın 4. büyük kanatlı hayvan üreticisi olan ve üretimini Türkiye, Çin, Malezya Endonezya ve Amerika’da yapan Tayland Merkezli CP grup, kuş gribi sırasında, Japonya’nın Çin’den kanatlı ithalatını yasakladığında Tayland’daki üretim tesislerinden Japonya’ya ihracat yapmaya devam ederek kendi yarattığı hastalık ortamından karlı çıkmasını bildi.

6. ‘Global Research’ isimli web sitesinde, “1976 Domuz Gribi Salgını ve Aşı-Hükümet Propagandası Birçok Ölüme Yol Açtı” adlı belgesel yeniden yayımlandı. Bu belgesel, 1979 tarihinde CBS televizyonu tarafından sadece bir kez gösterilip yayımdan kaldırılmıştı. Belgesele göre, 1976 yılında patlak verdiği söylenen ilk “domuz gribi” salgınında, ABD hükümeti hastalığın ölümcül tehditler yaratacağını söyleyerek herkesi aşı olmaya çağırmıştı. Ancak 1979’a gelindiğinde 4 bin Amerikalı, o dönemde henüz testleri tamamlanmamış bir tür aşı yapılması nedeniyle yaşadıkları çok ciddi nörolojik hasarlar yüzünden üç buçuk milyar dolarlık tazminat davalarıyla mahkemelere başvurmuşlardı. Aşı yüzünden ölenlerin de olduğu bildirilirken, mağdurlar, hükümeti test edilmemiş aşıların ciddi nörolojik hasarlara yol açacağının bilinmesine karşın halkı uyarmamakla suçlamışlardı. www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=14433

7. Tamiflu, merkezi Kaliforniya’daki Foster City’de bulunan Gilead Science İlaç Şirketi tarafından keşfedildi. Gilead, imalat ve ticaret haklarını, tamiflu satışlarının yıllık kazancının % 22’sini kendisine verecek olan çokuluslu İsviçre şirketi Roche’a bıraktı. Irak işgalinin baş sorumlularından eski Amerikan Savunma Sekreteri Donald Rumsfeld 1997 Aralık ayından 2001’de Pentagon’a atanmasına kadar Gilead Science’ın başkanıydı. Hükümete geldiği zaman Rumsfeld’in yaptığı ilk icraatlardan biri, tamiflunun silahlı kuvvetler içerisinde zorunlu kullanımını ilan etmek oldu

8. İklim değişikliği tehdidini besleyen karbondioksit ve diğer sera gazı salımlarını sınırlamak amacıyla her ülkeye bir karbon kotası getirilerek, kotasını aşan ülkelerin, kotalarını doldurmayan (temiz!) ülkelerden karbon kotası satın almaları ve karbon piyasası oluşturulması (Ergin Yıldızoğlu)

Kaynaklar:

1. Swine flu has its roots in poor countries being forced to accept western agribusiness

2. Swine flu calls into question the meaning of global health security/ Alan Ingram

3. Swine flu of nafta flu? Frank Church

4. Mexico’s Revolutionary Workers Party (prt) statement on swine flu epidemic

5. Domuz gribi endüstriyel hayvancılığın doğurduğu yeni bir felakettir/ Tayfun Özkaya

6. Domuz Gribi/ Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz

7. Swine flu and the case for a single-payer healthcare system in the united states- billy wharton

8. Büyük Tehdit: a(h1n1)- Ignacio Ramonet

9. AWTW: how to look at the swine flu epidemic – Mike E.

10. ‘Domuz Gribi’nin asıl korkulması gereken yanları – Mustafa Koç

11. Domuz gribi neoliberalizmin laboratuvarında üretildi- Ergin Yıldızoğlu

12. Bove: Endüstriyel tarım çiftçiyi tehdit ediyor

13. Kuş gribi ve Türkiye tavukçuluk sektöründe yaşananlar – Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu

Halkın Devrimci Yolu- Temmuz-Eylül 2009 (Sayı 3)

İLETİŞİM: SES – Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Çankaya, Kızılay, Necatibey Cad. No:82 D: 4, 06420 Ankara Telefon: (0312) 232 61 22 e-Posta: [email protected]

×