10. Olağan Merkez Genel Kurulumuzu 17-18 Ekim tarihlerinde The Green Park Otel’de gerçekleştirdik.

Genel Sekreterimiz Pınar İçel’in açılış konuşması ve kaybettiğimiz sağlık emekçileri için saygı duruşuyla başlayan kongremizde divan kuruluna Linda Sevinç Hocaoğulları, Deniz Topkan ve Fulya Yeğin seçildi.

KESK Eş Genel Başkanları Aysun Gezen ve Mehmet Bozgeyik, KESK Genel Sekreteri Ramazan Gürbüz, KESK Mali Sekreteri Elif Çuhadar, KESK Eğitim, Örgütlenme ve Basın Yayın Sekreteri İlhan Yiğit, KESK Kadın Sekreteri Gülistan Atasoy, KESK Hukuk, TİS ve Uluslararası İlişkiler Sekreteri Yusuf Şenol, Eğitim-Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan, Eğitim-Sen Genel Sekreteri Welat Kaya, Eğitim-Sen Genel Örgütlenme Sekreteri İsmail Sağdıç, Eğitim-Sen Merkez Kadın Sekreteri Derya Yulcu, Eğitim-Sen Genel TİS-Hukuk Sekreteri Varol Öztorun, Tarım Orkam-Sen Genel Başkanı Hamit Kurt, BES Genel Başkanı Serpil Akpınar, BES Genel Sekreteri Aziz Özkan, BES Genel Toplu İş Sözleşmesi Ve Hukuk Sekreteri Şenol Köksal, Tüm Bel-Sen Genel Sekreteri Yılmaz Yıldırımcı, Haber-Sen Genel Başkanı Musa Özdemir, Haber-Sen Genel TİS ve Hukuk Sekreteri Yaşar Polat ve Dev Sağlık-İş Yönetim Kurulu Üyesi Mihriban Yıldırım’ın konuk olarak katıldığı kongremizde Merkez Yönetim Kurulu adına konuşan Eş Genel Başkanımız İbrahim Kara şöyle konuştu: “Konfederasyonumuzun Eş Genel Başkanları ve MYK üyeleri, KESK’e bağlı sendikaların MYK üyeleri ve ülkenin dört bir tarafından geleceğimize yön vermek için böylesi bir dönemde burada olan sevgili mücadele arkadaşlarım, sizleri Merkez Yönetim Kurulu adına sevgiyle selamlıyorum. Çalışmak zorunda oldukları için, temaslı veya pozitif oldukları için ya da koşulları uygun olmadığı için bugün buraya gelemeyen ama yürekleri bizimle atan tüm arkadaşlarımızı da sizlerin adına saygı ile sevgi ile selamlıyorum. Kapitalizm 2008’de girdiği ekonomik krizin üstüne siyasi ve ekolojik krizleri de ekleyerek varlığını sürdürmeye çalışıyor. İçine girdiği yapısal bunalımı faşizme, emperyalist güçler arasındaki çatışmaları ise savaşa başvurarak aşmaya çalışan kapitalizm, aç gözlülüğünün önüne geçemeyerek emek sömürüsünü doğa ve kent yağmasına kadar vardırıyor. Doğanın ve küçük çiftçiliğin gıda tekellerinin çıkarı için yok edilmesinin açtığı yoldan gelen koronavirüs salgınının, sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılmasında son aşamaya gelmiş olan ileri ülkeleri daha fazla vurması kaçınılmaz olarak yaşanıyor. Dünya kaotik bir dönemden geçerken, ülkemizde de tam bir kaos yaşanmakta. 31 Mart 2019 yerel seçimleriyle birlikte yenilmezlik algısı ortadan kalkan AKP, bu andan itibaren seçimleri anlamsız hale getirecek saldırılarla halkın iradesini gasp etmeye girişmiş, 7 Haziran 2015 seçimi sonucunun intikamını bombalı saldırılarla, yerel seçim mağlubiyetinin acısını da YSK ve kayyum darbeleriyle çıkarmaya girişmiştir. El koyamadığı belediyelerin çalışmalarını engellemek için banka hesaplarına el koymakta, kendi döneminden kalan devasa borçları bahane ederek varlıklarını haczetmekte, yardım kampanyalarını engelleyerek halkı cezalandırmaktadır. Bitmiş iktidarın yavaş ölümü, tabanının şeriatçı-tarikatçı güruha daralmasıyla sonuçlanmış ve bu durum iktidarı İslamizasyon hamlesine yöneltmiştir. Daha önce karşı çıktığı Ayasofya’nın açılışını gerçekleştiren iktidarın bu kararı aldırdığı Danıştay, gerekçeli kararında Osmanlı yasalarını dayanak tutarak Cumhuriyeti yok saymıştır. Resmi Gazete’de şeri hükümlerin yayınlanması, Mehdi’nin gelişini hazırlama ilanı, yine Danıştay’ın kararlarında Kuran’ın surelerine atıfta bulunması eriyen iktidarın çekirdek tabanını kemikleştirme çabasından başka bir şey değildir. Diyanet İşleri Başkanı’nın Ayasofya Camii hutbesinde kılıç sallaması açıkça tehdit içermekte, AKP bu tür çıkışlardan cesaret alan şeriatçıları dizginlemek zorunda kalmaktadır. Siyasal İslamın yükselişe geçtiği dönemden farklı olarak karanlığın dozunu artırma girişimi bu kez onun iflasını belgelerken, İslamcıların yaşadığı çürümüşlük kendi mahallelerinde bile mide bulantısına yol açmaktadır. İktidar bloğu içinde dernek basmaya, telefon dinlemeye kadar varacak şiddetlenen çatışmalar Erdoğan’ı çaresiz bırakmakta, ipler giderek Soylu ve Bahçeli’nin eline geçmektedir. Pelikan çetesinin parti içinde yarattığı huzursuzluğu şimdilik idare edebilen Erdoğan, kendi içinden 2 partinin çıkmasına yol açan kopuşun önüne geçemeyerek otoritesinin sarsılmasını engelleyememektedir. Selefilerin silahlandığının tarikat şeyhleri tarafından açıklanması ise başka bir cephedeki çatışmayı açığa çıkarmaktadır. Erdoğan, kendi korkusunu gizleyebilmek için halkın üstüne korkular salmayı bir yönetim biçimi olarak devreye sokmaktadır. Ülke içinde muhaliflere kan kusturan siyasal iktidar, Ortadoğu’da da giriştiği işgal ve katliamlarla Ortadoğu halklarını kendi zulmüyle tanıştırmaktadır. Masada kendine yer açmak için çıkarılan gerilimler yeni düşman kazanmaktan başka bir işe yaramazken, kazanılan anlık başarılar büyük bir aşağılanma eşliğinde elinden kaymakta, bir zamanlar Büyük Ortadoğu Projesi ile liderliğine soyunduğu İslam dünyasından bile dışlanmaktadır. Suriye’den Libya’ya Doğu Akdeniz’den Kafkaslara sıçrayan Yeni Osmanlıcılık politikası başka ülkelere transfer edilen cihatçıların ve silah taşıyan gemilerin faş edilmesiyle sonuçlanırken, Mısır ve Libya’da İhvancılığın ağır yenilgisinden sonra Sudan’da da diktatörün halk tarafından devrilerek laikliğin ilanı AKP’nin ideolojik yenilgisini ve emperyalistler tarafından kullanışlı olmaktan çıkmasına işaret etmektedir. Halkbank davasının gündeme yeniden gelmesi, Türk şirketlerine uygulanan yaptırımlar da cabası. Sonunun yaklaştığını gören AKP, çareyi muhaliflere saldırmakta buluyor. Altı yıl önceki eylemlere, tweetlere dayanarak tutuklamalara girişirken, düşman ceza hukuku uygulayarak Demirtaş ve Kavala başta olmak üzere birçok muhalifi rehin tutuyor. Hoşuna gitmeyen haberlere erişim yasağı getirilirken, muhalif kanallara sudan bahanelerle ceza kesiliyor, ölüm tehdidinde bulunan yandaş medya ise sürekli cesaretlendiriliyor. Doğayı savunan köylünün toprağına el koyanlar, kentlerin tarihi ve kültürel dokusunu korumaya çalışan mimarları tehdit edenler, halk sağlığını savunan hekimleri hacamatçılara protesto ettirenler hızını alamayarak Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için çalışan HDP’ye yönelik saldırı furyasına tam gaz devam ediyorlar. Kars Belediyesine kayyum atamakla yetinmeyip belediye meclisini de ortadan kaldırma cüretini gösteriyorlar. Ülke ekonomisi uçurumdan aşağı atılırken Merkez Bankası, yükselen döviz kuru karşısında rezervlerini eritiyor, kamu bankalarının ve varlık fonunun içi boşaltılıyor, Katar’dan getirilen ödünç para karşılığında ise Kanal İstanbul’un geçeceği arsalar peşkeş çekiliyor. Halkı tanzim satış mağazalarında saatlerce kuyrukta beklemeye mahkum edenler, toplu intiharların yaşanmasına neden olanlar, Lale devrinde yaşamaya devam ediyorlar. IMF ile yapılan gizli görüşmeler sonrasında açıklanan ekonomik programlar, hedeflerine ulaşamazken, Diyanet’e helal faiz fetvası verdirip, kutsal saydıkları ne varsa soygun düzenlerinin emrine koşuyorlar. Kendilerinden olmayan kimseye hayat hakkı tanımayan kindarlık, ülkenin en nitelikli gençlerinin yurt dışına göç etmesine yol açarken, sınavları başarıyla geçen parlak gençlerin, önlerini keserek onları açlığa ve işsizliğin kucağına atmaktadır. Eski ortağı cemaatle aralarında çıkan çatışmayı bahane ederek laikliği ve barışı savunanları ekmeğinden eden organize kötülük bunlarla yetinmeyerek camilerden Çav Bella şarkısını çalma, pandemi günlerinde belediye otobüslerine toplu halde binme, düzmece videolar çekme, karalama kampanyalarıyla pislik saçmaya devam ediyor. Tabanındaki inançsızlık ve heyecansızlık bu provokasyonlardan sonuç elde etmesine mani oldukça da Karadeniz’de doğalgaz bulmak gibi defalarca başvurduğu yalana tekrar dönüyor. Bütün bunlar eriyen iktidarın çaresizliğini göstermekten öteye gidemiyor. Hatta AKP Genel Merkezi önünde eylem yapan 15 Temmuz gazileri adını taşıyan gruba yönelik polis saldırısı ile kendi kalesinde golü gördüğü de oluyor. İktidarın baş etmekte çaresiz kaldığı önemli direnç odaklarında birini de kadın hareketi oluşturmaktadır. Militanlığıyla tüm muhalif güçlere moral ve umut veren kadın hareketi seri cinayetlere dönüşen erkek saldırganlığına karşı kız kardeşlik duygusuyla kenetlenerek sadece farkındalık yaratmakla kalmamakta, toplumu bilinç dönüşümünün eşiğine taşımaktadır. Yıllardır şiddet ve tacize karşı inatla yürütülen mücadele son olarak İstanbul Sözleşmesi tartışmasında görüldüğü üzere AKP’li kadınları da etkisi altına almaktadır. Kadın hareketi, rejimi değiştirmeye çalışan İslamcılığın tosladığı sert kaya olarak tarihe geçmeye şimdiden adaydır. Futbol liglerinde küme düşmeyi kaldırarak puan toplayacağını sanacak kadar zavallılaşan iktidar, sosyal medyayı tekeline almaya çalışmakta, ele geçiremediği kaleler olan TTB ve Barolar Birliği gibi örgütleri tehditle sindirmeye çalışmakta, başaramadığı ölçüde bu kurumları etkisizleştirecek yasal düzenlemelere gitmektedir. Salgınla mücadele yerine, algı yönetimine başvuran iktidar başta başarılı bir imaj çizse de gelinen noktada mızrak çuvala sığmaz olmuş, hastanelerin doluluk oranı, Valilerin ve İl Sağlık Müdürlerinin açıkladığı rakamlardaki tutarsızlıklar, vaka sayısı-hasta sayısı ayrımı yapmak gibi cambazlıklar, Sağlık Bakanı’nın maskesini düşürmüştür. Salgının ülkemizde başladığı dönemde, sağlık ve sosyal hizmet emekçilerine vefa duygusunu göstermek isteyen vatandaşlarımız balkonlarından alkış eylemi yaparken, AKP’nin valileri ise fedakarca çalışırken hastalığa yakalanan sağlıkçıları suçlama densizliğini gösterebilmiş, sahadaki gerçekleri kamuoyu ile paylaşan sağlık emek ve meslek örgütlerini hedefe koyarak tüm sağlık emekçilerini saldırıya açık hale getirmiştir. Toplumun sağlığı için çalışan sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin kadrini kıymetini bilen insanların bir tarafta, hastanelerde emekçilere saldıranların bir tarafta olduğu iki kutup hayatın her alanında karşı karşıya geliyor. Bu kutupların karşı karşıya gelişi zaman zaman aydınlıkla-karanlığın, laiklikle-gericiliğin, bilimle-hurafenin, demokrasiyle-faşizmin, yaşamla-ölümün çatışması biçimini alıyor. İşte böylesi bir dönemde, dünya nüfusu giderek proleterleşirken, ne yazık ki sendikalar mevcut duruma karşı yeterli müdahalede bulunacak bir örgütlenme oluşturamamaktadır. Bu durum işçi sınıfını silahsızlandırmakta ve politikalara doğru temelde müdahale edebilmesinin önünde engel oluşturmaktadır. Hak-İş ve Memur Sen’in emekçilerin talep ve sorunlarının çözülmesinin yerine siyasi iktidarın payandalığına soyunması,  Türk-İş ve Türk Kamu Sen’in muhalefetmiş gibi gözüküp siyasi iktidarın ısrarlarına boyun eğmesi, doğallığında emekçilerin DİSK ve KESK’e yüzünü dönmesine neden olmuştur. Pandemi süreci ile birlikte de açlığa, işsizliğe ve ölüme terk edilen emekçilerin taleplerinin örgütlenmesi ve birlikte bir mücadelenin inşaa edilmesi ne yazık ki, birkaç işkolu dışında karşılık bulmamıştır. Bu sürecin mağdurlarının başında yer alan sağlık ve sosyal hizmet emekçileri, ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide yaşamlarını ortaya koyarak salgınla mücadele de en ön safta görevlerini yerin getirmekten imtina etmemişlerdir. Ekonomik krizin derinleştiği bir ortamda pandemi etkisini gösterirken, siyasi iktidarın refleksi de sermayenin çıkarlarını korumak yönünde olmuştur.  Salgın konusunda sahte “başarı” söylemleri hasta sayılarını ve ölümleri azaltmadığı gibi başta AB ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin Türkiye’ye gelmenin sakıncalı olduğu ve verilerin güvenilir olmadığı şeklindeki kararları ile yüzleşen iktidar “yalan” üzerine kurulu söylemlerinde ısrar etmektedir. Öyle ki ülkemizde ilk vakanın 11 Mart’ta görüldüğünü ifade eden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’yı geçenlerde açığa çıkan ve yazarlarının Sağlık Bakanlığı bürokratlarından oluşan makale yalanlamıştır. Şubat ayı içerisinde Tarsus’da Özel bir hastanede Covid-19 vakaları tespit edilmiş ve ilaç başlanmış bilgisi yazarların ve Bakan Koca’nın “tarihler sehven yazılmıştır” ifadeleri ile gizlenmeye çalışılmak istenmiştir. Salgının başından itibaren Sağlık Bakanlığı’na yapmış olduğumuz uyarılarda bu sürecin, bilim insanları, sağlık alanında örgütlü emek ve meslek örgütleri ile birlikte ortak bir akılla yürütülmesi gerektiğini ifade etmemize rağmen “ben bilirim” egosu ile hareket eden anlayış bu günkü durumun sorumlusudur. Sürecin başından yeterli önlem almayarak salgının hızla yayılmasını sağlayan siyasi iktidar, özellikle “normalleşme” süreci yani 1 Haziran sonrasında da “önlemleri gevşetmeyin, salgının yayılımını arttırırsınız, hastanelerde normale dönmeyin” dememize rağmen, turizm şirketlerinin kar edebilmesi için, patronların sermayesi artsın diye toplumsal önlemler gevşetilmiş, salgından korunma konusunda tüm sorumluluk vatandaşa yüklenmiştir. İllerden Ayasofya’nın açılışı için otobüslerle insanlar taşınıp kitlesel açılış töreni yapılırken, her fırsatta miting düzenleyerek vatandaşa çay atılırken, sessiz kalan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, pandemi ile bilimsel verilere ışığında mücadele etmeyi bir kenara bırakarak yoğun bakım ünitelerinde yatan hastaların çektiği acıların görüntüsünü twitterde yayınlayıp, vatandaşa parmak sallamayı tercih etmektedir. Göstermelik kısıtlamlarla süreci idare etmeye çalışan siyasi iktidarın yalan üzerine kurulu başarı öyküleri, yerini herkesin kendisini yalnız hissetmesine, böylesi büyük bir tehlike karşısında bir başına olduğuna, başının çaresine bakmak zorunda olduğu duygusuna yol açmakta, endişeyi arttırmaktadır. Burada bir başarıdan söz etmek ise aymazlıktan başka bir şey değildir. Bir başarıdan söz edilecekse bu başarı canla başla mücadele eden sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinindir. Pandemi ile mücadele süreci sağlık ve sosyal hizmetler iş kolunda yaşanan sorunları gün yüzüne çıkmasına da neden olmuştur. 11 Mart tarihinden itibaren tüm kamu kurumlarında nöbetleşe çalışmaya geçilmiş, 65 yaş üstü, kronik rahatsızlığı olanlar, organ nakli olanlar, hamileler, ilkokul çağında çocuğu olanlar idari izinli sayılırken, sağlık ve sosyal hizmet emekçileri muaf sayılarak bulaşın en yoğun olduğu ortamların başında gelen sağlık kurumlarında çalışmak zorunda bırakılmışlardır. Sadece bu da değil, çalışan sayısındaki eksiklik bahane edilerek fazla çalışma/angaryaya tabi bırakıldıkları yetmezmiş gibi senelik izinlerini bile kullanmaları engellenmiştir. Salgın süresince, sağlık kurumlarında az insana çok iş yaptırılmış, yeterli atama yapılmamış, komik rakamlarda yapılan atamalarsa yine iş güvencesiz yapılmıştır. Kişisel koruyucu malzeme, test vb. talepleri yerine getirilmeyen sağlık ve sosyal hizmet emekçileri temaslı olsalar da test olamamaktadırlar. Hakları ödenmez diyerek göstermelik alkışlarla şov yapan siyasiler, döner sermayenin tavandan ödeneceği vaatlerini bir kenara bırakarak sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin haklarını ödememişlerdir. Ama murad edilen zaten sağlık emekçilerinin kayıplarını telafi etmek değil, toplumun gözünde “paragöz hekim-hemşire” algısını pekiştirmek ve “paralarını alıyorlar o zaman ölümüne çalışmak zorundalar, şikayet etmeye hakları yok” algısı yaratmak olduğu için hedef başarılmıştır. Bütün bu süreç boyunca bir haftalık, kimi yerde iki haftalık, hatta bazı yerlerde bir ay boyunca hastaneden çıkmadan, ailelerini görmeden, durmadan-dinlenmeden çalışmaya zorlanan binlerce sağlık ve sosyal hizmet emekçisi hastalanmış, bugün itibari ile 114 sağlık emekçisi hayatını kaybetmiştir. Pandemi ile mücadele ederken hayatını yitiren sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin yakınlarına başsağlığı, Covid-19 pozitif olan sağlık ve sosyal hizmet emekçilerine de sizlerin huzurunda geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Her gün bir sağlık ve sosyal hizmet emekçisinin Covid-19 nedeniyle hayatını kaybettiğine dair aldığımız haberler bizleri üzüntüye boğarken, Covid-19’un meslek hastalığı kapsamına alınması talebimizin yanı sıra, 3600 ek gösterge, fiili hizmet süresi zammı, çalışırken ve emeklilikte insanca yaşamaya yetecek ücret ve çalışma koşullarımızın iyileştirilmesi talebi hala güncelliğini korumaktadır. Bu talepler için bugüne kadar yürüttüğümüz eylem ve etkinlik programları haklarımızı elde edinceye kadar da devam edecektir. Bu totoliter/otoriter düzenden çıkışın olmazsa olmazlarının başında toplumsal bir barış ikliminin yaratılması, birlikte yaşama iradesinin geliştirilmesidir. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün yanı sıra, etnik, dinsel ve cinsel kimlikleri nedeniyle dışlanan ve ezilenlerin toplumsal taleplerinin karşılanması, özgür ve demokratik bir toplumun güvencesi olacaktır. Bütün bir ekonomi, ekolojik tahribatı ve doğanın metalaşmasını engelleyen bir üretim ekonomisine geçiş perspektifiyle yenilenmelidir. Ekonomik krize karşı halkı savunacak acil tedbirler alınmalı; asgari ücret ve temel gıda maddeleri vergi dışı tutulmalı, az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınmalı, emekçilerin örgütlenmesinin ve grev hakkının önündeki engeller kaldırılmalı, kıdem tazminatı gaspına son verilmelidir. Sermayenin emeği özellikle de kadın, çocuk ve göçmen işçilerin emeğini acımasızca sömürdüğü, taşeronlaşmanın, sendikasızlaştırmanın kural haline getirildiği artan işsizliğin çalışan emekçi kesimler için bir tehdit olarak kullanılmasına son verilmelidir. Sosyal hizmet, ihtiyacı içinde olanlara yönelik hizmetlerin planlanmasından sorumlu olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile birleştirilmiştir. Bu ise, zaten sosyal hizmetlerin sınırlı ve sorunlu olan uygulamalarındaki sorunların daha da derinleşmesine yol açmıştır. İki devasa ve çok kritik alandan sorumlu olan iki Bakanlığın birleşmesi, özünde ve uygulamada hem Çalışma Bakanlığının ülkedeki tüm emekçilerle ilgili önemli sorumluluklarının devre dışı bırakılmasına; hem de sosyal hizmetler alanının olması gerektiği şekilde planlanmasından giderek uzaklaşılması anlamına gelmektedir. Cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve bu eşitsizlikten kaynaklı olarak ortaya çıkan başta şiddet olmak üzere tüm sorunlara karşı kadınlar ve farklı cinsel yönelimler için hizmetlerin planlanacağı ayrı bir Bakanlık olması gerekirken, bu hizmetler bu devasa Bakanlık içerisinde giderek daha da işlevsiz hale sürüklenmektedir. Keza çocuklarla ilgili hizmetler için de benzer bir durum söz konusudur. Sosyal hizmetler, geçtiğimiz 3 yıl boyunca da ağırlıklı olarak iktidarın ihtiyaçları ve hizmet alanları kendine bağlama perspektifi ile yapılandırılan sosyal yardımlara yoğunlaştırılmıştır. Yapılan onlarca protokolle, çocuklar ve kadınlarla ilgili profesyonel ve kamunun yüklenmesi gereken sorumluluklar, kamu çalışanları tarafından yürütülmesi gereken hizmetler iktidara yakın vakıflara devredilmiştir. Bu protokollerin tamamı iptal edilmeli; başta çocuklar olmak üzere sosyal hizmet alanların yaşamları ve gelecekleri bu vakıfların elinden alınmalıdır. Şiddete maruz bırakılan, yaşamları çalınan kadınların can güvenliğinin sağlanması, erkek şiddetine son verecek önlemlerin alınması son derece acildir. 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi, hiçbir bahaneye yer bırakmayacak şekilde uygulanmalı, kadınların her tür ezilme biçimi ve her düzeyde erkek egemenliği ortadan kaldırılmalıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak her türlü önlem alınmalı, her türlü cinsel kimlik ve cinsel yönelim ayrımını ortadan kaldıracak, insanların özgürce ve korkusuzca yaşayabilecekleri bir toplumsal ortam yaratılmalıdır. Çocuğa yönelik her türlü şiddet ve istismar karşısında çocukların korunacağı etkili bir çocuk koruma mekanizması oluşturulması için acilen adım atılmalıdır. 3 yıllık dönem içerisinde çocuk haklarına yönelik de alabildiğine saldırı olmuştur. Çocuklara yönelik istismarda, istismarcıya meşruiyet sağlayan, cesaretlendiren, istismara zemin hazırlayan her türlü yasal ve fiili uygulama ortadan kaldırılmalıdır. 3 yıl boyunca kesintisiz şekilde devam eden çocukların istismar edenle evliliği durumunda istismarcıya af tartışmaları ve girişimleri, çocukları istismara daha açık hale getirmektedir. Çocuk istismarında hiç bir şekilde bir çözüm olmayan ve kamuoyunu oyalamak ve gerçek çözüm yollarından uzaklaştırmak dışında bir anlam ifade etmeyen hadım-idam gibi tartışmalara son verilmeli; çocuklarla ilgili sorumluluğu bulunan tüm kurumların sorumluluklarını yerine getireceği ve eksiklerin giderileceği bir çocuk koruma mekanizması tesis edilmelidir. Dünyada ve Türkiye’de Covid-19 pandemisine karşı yürütülen mücadele; sağlık ve sosyal hizmetin kamusal bir hizmet olmasının ne kadar hayati olduğu ve piyasanın vahşi koşullarına terk edilemeyeceğini bir kez daha bütün çıplaklığıyla göstermiştir. Bu süreçte ülkemizin gerçekleriyle hiçbir şekilde bağdaşmadığı halde Dünya Bankası, IMF tarafından dayatılan ve tamamen ideolojik, politik saiklerle uygulanan özelleştirmeci politikalardan vazgeçilerek kamusal sağlık ve sosyal hizmet politikalarına dönülmelidir. Sendikamız bu üç yıllık süreçte de pandeminin yaşanmakta olduğu süre boyunca da halkın sağlık ve sosyal hizmet hakkı ve sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin hakları için mücadele etmiş, bütün bu süreçte yandaş sendikaların yaldızları pul pul dökülüp gerçek yüzleri ortaya çıkarken, üyelerinin yüz akı olmaya devam etmiştir. Bugün de sağlık ve sosyal hizmet herkese eşit, parasız, nitelikli, ulaşılabilir, anadilinde olması, kamu eliyle sunulması, özel hastanelere aktarılan kamu kaynaklarının durdurulması, şehir hastanelerinin şirketlerden alınıp kamuya devredilmesi, başta koruyucu sağlık hizmetleri olmak üzere sağlığa yeterli kaynak aktarılması, bilimsel çalışmalara, eğitim-araştırma-geliştirme, aşı çalışması gibi alanlara yeterli kaynak ayrılması, sağlık eğitimi bilimsel temelde, çağın gerekleri ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılması, aynı zamanda da iş güvencesinden yoksun, esnek ve kuralsız çalıştırmanın yerine tüm sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin güvenceli çalıştırılması, sağlık ve sosyal hizmet emekçilerini itibarsızlaştıran söylemlerin ve şiddetin artarak devam etmesinin son bulması ve mesleki tanımların günün ihtiyacına göre yeniden belirlendiği şiddetsiz sağlık ortamının oluşması, performansa göre düşük ücretle çalıştırma yerine temel ücretin çalışırken ve emeklilikte insanca yaşamaya yetecek düzeyde olması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, söz, yetki ve kararın sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinde olması için mücadele etmekten başka bir yol gözükmüyor. Bu ülkenin onurlu sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin karşısında iki seçenek var. Bir tarafta yükselen piyasacı, ırkçı, homofobik hareketler, diğer tarafta tüm güzellikleri, adaleti, kardeşliği temsil eden yeni bir isyan dalgası. Tercihimiz belli, sömürünün boyutlarının görülmemiş derecede derinleşmesi, dünyanın dört bir yanında halk isyanlarına yol açarken iklim grevi, feminist grev gibi yeni mücadele biçimleri de doğarken boş durmak olmaz, tüm dünyada sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin mücadelesi ile Türkiyeli sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin mücadelesini birleştirecek adımı iş yerlerinden başlayarak hayata geçirmeliyiz. Onur üyelerimiz Behçet Aysan’ın, Ayşenur Şimşek’in ve Necati Aydın’ın gözlerine bakarak ayağa kalkmalı, Barış Şehitlerimiz Eyüp Ergen, Şeyhmus Dursun ve Abdülaziz Yural’ın ayak izlerine basarak yola çıkmalıyız. Örgütlülüğümüze ve gelecek güzel günlere olan inancımızla biz kazanacağız. Yolumuz açık olsun.”

Kara’nın ardından konuşan KESK Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik ise “Krizin faturasının emekçilere çıkarılmasına, yoksulluğa, yolsuzluğa, anti demokratik yönelimlere, savaş politikalarına karşı emek, demokrasi, hak ve özgürlük mücadelemizi toplumun ezilen her kesimiyle büyüteceğiz” diye konuştu.

Genel Sekreterimiz Pınar İçel’in 9. Dönem Yönetim Kurulu Çalışma Raporunu sunmasının ardından, Merkez Denetleme Kurulu Başkanımız Şahin Tanrıverdi Denetleme Kurulu raporunu, Merkez Disiplin Kurulu Başkanımız Mehmet Antmen ise Disiplin Kurulu raporunu okudu.

Genel kurul delegelerimizin değerlendirme ve önerilerini paylaşmalarının ardından söz alan Eş Genel Başkanımız Gönül Erden, üç yıllık süreci değerlendirdiği konuşmasında birlikte ve ortak mücadele vurgusunda bulundu. İçinden geçilen zorlu sürece rağmen umut verici gelişmelerin de yaşandığını belirten Erden, “Katliamlara, adaletsizliklere, ölümlere tanıklığımızı unutmayacağız. Her bir tanıklık mücadele gerekçemiz olmaya devam edecektir. Ama aynı zaman da güzel şeylere de tanıklık ettik. Dünyadaki emperyal güçlerin birlikte yarattığı ve yenilmez denilen IŞİD’in yenilgisine tanıklık ettik, Rojava’da kadın devrimine tanıklık ettik. Bu devrimde hepimizin payı var. Her birimiz oraya bir tuğla koyduk. Bütün yasaklara, saldırılara rağmen bugün toplumsal mücadelenin önünü açan, büyüyen kadın hareketinin kazanımlarına tanıklık ettik. Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin bütün ayrımcı politikalara karşı birlikte, ortak duruşunu, direnişini ve mücadelesini büyüttük. Bugün pandeminin yaydığı hastalık ve ölüm korkusuna rağmen, iktidarın yasaklarına rağmen bu salonda bir araya gelerek umudu büyütüyoruz. Umut biziz, umut burası. Yolumuz açık olsun” diye konuştu.

Kongremizin birinci günü karar önergelerinin sunulması ve oylanmasıyla sona erdi.

Kongremizin ikinci gününde ise Merkez Yönetim Kurulu, Merkez Denetleme Kurulu, Merkez Disiplin Kurulu, KESK Genel Meclisi ve KESK üst kurul delegelerinin belirlendiği seçim gerçekleşti.

Yapılan seçimlerde Merkez Yönetim Kurulu Üyeliklerine Selma Atabey, Pınar İçel, Gönül Adıbelli, Eylem Kaya Eroğlu, Mehmet Sıddık Akın, Hüsnü Yıldırım ve Tayyar Özcan seçildi.

 

İLETİŞİM: SES – Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Çankaya, Kızılay, Necatibey Cad. No:82 D: 4, 06420 Ankara Telefon: (0312) 232 61 22 e-Posta: [email protected]