Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı olan 10 Ekim katliamının dördüncü yıl dönümü.. Tarihe kapkara bir sayfa olarak geçen hain katliamdan bugüne adeta bağrımıza saplanmış 103 kara saplı bıçak ile yaşamaya devam ediyoruz.
103 canımızı aramızdan koparan insanlık dışı vahşeti hafızlarımızdan silmemiz mümkün değil. Yaralarımız kabuk bağlamıyor.
Çünkü demokrasinin, hukukun, adaletin ve kalıcı barış ortamının tesis edilmediği, OHAL’in kalıcı hale getirildiği, krizlerin faturasının halka yıkıldığı, ardı ardına yapılan sınır ötesi operasyonlarla barış ve kardeşlik köprülerinin yıkılmak istendiği bir ülkenin emekçileri, yurttaşları olarak bitmeyen acılarla sınanmak isteniyoruz.
Her seferinde karşımıza dikilen demokrasi ve barış karşıtlığı ile 10 Ekim’de yaşadığı acıyı yeniden yeniden yaşamamız isteniyor.
Son olarak tam da 103 karanfilimizi dördüncü yıl dönümünde andığımız bugünlerde Anayasa Mahkemesi tarafından verilen bir kararla 10 Ekimde açılan yaralarımıza bir kez daha tuz basılmıştır.
Bilindiği üzere 24’ü bağlı sendikalarımızın üyesi ve onların yakını olmak üzere 103 canımızı hunharca aramızdan koparan 10 Ekim katliamının hemen ardından dönemin hükümeti üç günlük ulusal yas ilan etmiştir.
Ancak ilan edilen üç günlük yasın sadece göstermelik olduğu kısa sürede açığa çıkmıştır. Çünkü katliamın faillerini ve arkasındaki güçleri açığa çıkarmakla görevli olanların hem katliamda hayatını kaybedenleri suçlayan hem de katliamdan sağ kurtulanları hedef gösteren açıklamalara ardı ardına imza atmaya devam etmiştir.
Nitekim geçtiğimiz haftalarda “Terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz” sözleriyle yeni bir tartışmanın fitilini ateşleyen dönemin başbakanın saldırı sonrasında “Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz oylarımızda bir yükseliş trendi var” sözleri hafızlardaki tazeliğini hala korumaktadır.
Öte yandan demokrasi ve barış karşıtları 10 katliamında hayatını kaybeden ve sağ kurtulanları suçlayıcı açıklamalarla yetinmemiş, katliamı protesto eden basın açıklamalarına ve katliamın hemen ardından KESK-DİSK-TMMOB-TTB olarak yaşamını yitiren arkadaşlarımızı anmak, cenazelerini kaldırmak, hain katliamı lanetlemek ve sorumluların açığa çıkarılmasını talep etmek için 12-13 Ekim 2015 tarihlerinde hayata geçirdiğimiz greve katılan binlerce üyemiz hakkında soruşturma açmıştır. Söz konusu soruşturmalar soncunda üyelerimizin önemli bir kısmına çeşitli disiplin cezaları verilmiştir. Söz konusu disiplin cezalarına karşı açılan sınırlı dava üyelerimiz lehine sonuçlanırken mahkemelerin çoğu üyelerimize verilen disiplin cezalarını onamıştır.
Bunun üzerine sendikalarımız çeşitli disiplin cezaları verilen üyeleri adına, örgütlenme özgürlüğünün ihlali konusunda Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur.
Ne yazık ki 10 Ekim katliamının hemen öncesinde, geçtiğimiz Cuma günü sendikamız SES’e tebliğ edilen Anayasa Mahkemesi kararı ile söz konusu bireysel başvurulara ilişkin bir hukuk garabetine daha imza atmıştır.
Siirt Devlet Hastanesinde veri hazırlama ve kontrol işletmeni olarak çalışan Tayyip Akbulak adına sendikamız SES tarafından yapılan başvuruyu inceleyen mahkeme 2018/5558 Nolu başvuruya ilişkin kararını 11.09.2019 tarihinde açıklamıştır.
Buna göre AYM, Konfederasyonumuz kararı doğrultusunda 12-13 Ekim 2015 tarihlerinde yapılan greve katıldığı gerekçesi ile idare tarafından 1/30 aylıktan kesme cezası verilen ve mahkeme süreçleri ile cezası kesinleşen Akbulak’a ilişkin bireysel başvuru hakkında öncelikle iş bırakma eyleminin bir sendikal hak olmadığına dolayısıyla sendikal eylem kapsamında değerlendirilemeyeceğine karar vermiştir.
Mahkemenin 12-13 Ekim tarihlerinde hayata geçirdiğimiz grevin sendikal hak olmadığına ilişkin değerlendirme yaparken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin sendikal faaliyetlerin engellenmesine ilişkin Türkiye aleyhine verdiği kararlardan ve Uluslararası Çalışma Örgütünün temel sözleşmelerinden alıntılar yapılsa da söz konusu karar ve sözleşmelere ruhunu veren sendikal hakların bölünmezliği ilkesi göz ardı edilmiştir.
ILO’nun Birinci Dünya Savaşı sonrasında evrensel ve kalıcı bir barışın ancak sosyal adalet temelinde inşa edilebileceği inancından hareketle kurulduğu görmezden gelinmiştir. Ayrıca AYM kendisine sunulan, aynı konuya ilişkin olarak sendikalarımızın üyeleri lehine verilen Gaziantep Bölge İdare Mahkemesinin 19 adet kararı ile İstanbul Bölge İdare Mahkemesinin bir adet kararını da yok saymıştır.
Bunlara ek olarak AYM kararı ile bizim için anayasal bir nitelik taşıyan, ILO sözleşmelerinin iktidarların müdahale etme alanı sınırlanan tüzüklerimiz de yok sayılmıştır. Oysa 12-13 Ekim 2015 tarihlerinde hayata geçirdiğimiz grevimiz Konfederasyon tüzüğümüzün 4. Maddesinde yer alan “amaçlar” başlığının bizlere verdiği yetki ile yapılmış bir grevdir.
Alıntılamak gerekir ise; 4/g maddesi; “Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya amacıyla; ülkede ve dünyada savaşa karşı kalıcı barışın yaratılması, tüm ulusların eşit ve özgürce geleceklerini belirleyebilmelerinin ve evrensel insan haklarının önündeki engellerin kaldırılması, faşizme karşı demokrasi, emperyalizme karşı bağımsızlık, baskılara karşı özgürlük, ırkçılığa ve şovenizme karşı halkların kardeşliği için mücadele etmeyi” düzenlemektedir.
Yine devamla 6/c maddesi; “Amaç ve ilkeleri doğrultusunda her türlü görsel ve yazılı yayın haklarını kullanır.” 6/f maddesi ise;Üye sendikaların kararı doğrultusunda grev kararı alır, uygular. Ayrıca emekçiler aleyhine gelişen toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısında eylem ve grev yapar. demektedir.
Tüm bunlara rağmen AYM sendikal bir hak teşkil etmediğine karar verdiği başvuruyu “örgütlenme özgürlüğü” kapsamında incelemiştir. Ancak AYM örgütlenme özgürlüğü kapsamında yaptığı değerlendirmede başvurucu Akbulak’a verilen aylıktan kesme cezasının “kamu düzeninin korunmasına yönelik” meşru bir amaç taşıdığı tespitine yer vererek örgütlenme özgürlüğünün ihlal edilmediğine karar vermiştir.
Böylece 12-13 Ekim tarihlerinde hayata geçirdiğimiz greve katıldığı için disiplin cezası verilen, söz konusu disiplin cezası mahkeme tarafından onaylandığı için Anayasa Mahkemesine başvuru yapan tüm üyelerimiz açısından emsal teşkil etme tehlikesi barındıran bir hukuksuzluğun kapısı ardına kadar açılmıştır.
Söz konusu Anayasa Mahkemesi kararı ile yargının siyasal iktidara ne kadar bağlı hale getirildiğini bir kez daha çarpıcı bir şekilde ortaya konulmuştur.
Kararda yer verilen şu ifadelere bir göz atıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
“72. Somut olayda sendikalar canlı bomba saldırısının yaşanmasında Hükümetin sorumluluğuna dikkat çekmek ve sorumluların ivedi bir şekilde tespit edilmesi için yetkilileri zorlamak amacıyla işe gitmemek şeklinde bir eylem kararı almıştır. Nitekim başvurucu da insanlığa karşı işlenmiş bir suç karşısında demokratik tepkisini Sendika kararı çerçevesinde göstermek amacıyla iş bırakma eylemine katıldığını ifade etmiştir. Anayasa Mahkemesine göre siyasi otorite karşısında çok önemli birer baskı grubu olma fonksiyonu olan sendikalar bahsi geçen amaçlara ulaşmak için kanunlar dairesinde her tür eylemi yapabilirler. Ancak kabul etmek gerekir ki somut olayın koşullarında sendikaların seçtikleri işe gitmemek şeklindeki eylem, üyelerinin mesleki menfaatlerden ziyade sosyo-politik amaçların gerçekleştirilmesine dönüktür. Bombalı saldırılarda bir kısım sendika üyelerinin de hayatını kaybetmesi iş bırakma şeklindeki bir eylem biçimini başvurucunun mesleki menfaatleriyle doğrudan bağlantılı hâle getirmeyecektir.
73. Somut başvuruda da disiplin cezasının sebebini teşkil eden eylem ülkenin iç siyasetine ilişkin sosyo-politik unsurların ağırlıkta olduğu bir amaca (bkz. §16)yönelik olup eylemin konusunun sendikaların çekirdek faaliyet alanında kalmadığı görülmektedir. Eylemin bu amacı ile iki gün iş bırakma şeklindeki niteliği (bkz. § 17) dikkate alındığında yapılan müdahalede devletin takdir marjının daha geniş olduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle sendika üyelerinin ekonomik ve sosyal menfaatleriyle doğrudan ilgili olmayan ve politik yönü ağır basan bir amaçla işe gitmemek şeklinde bir eylemin yol açacağı sonuçlara devlet idaresinin ve toplumun katlanmasını gerektiren bir sebep bulunmadığı kanaatine ulaşılmıştır.”
AYM tamamen mevcut siyasal iktidarın görüşünün yansıtıldığı bu cümlelerle 12-13 Ekim tarihlerinde hayata geçirdiğimiz iş bırakma eyleminin ‘sendikaların çekirdek faaliyet alanında’ yani ekonomik ve sosyal menfaatler ile doğrudan ilgili olmadığına, ülkenin iç siyasetine ilişkin sosyo-politik unsurların ağırlıkta olduğuna karar vermiştir.
Böylece mevcut siyasal iktidarın anti demokratik politikalarına karşı itiraz edenler bir kez daha yargı sopası ile karşı karşıya bırakılmıştır.
Kısacası Anayasa Mahkemesi 103 kişinin canına binlercesinin yaralanmasına mal olan bir katliamın ardından arkadaşlarımızı anmak, cenazelerini kaldırmak, hain katliamı lanetlemek ve sorumluların açığa çıkarılmasını talep etmek için 12-13 Ekim 2015 tarihlerinde hayata geçirdiğimiz grevi sendikal değil, siyasal bir eylem olarak değerlendirerek söz konusu greve katılanlara verilen disiplin cezalarının yerinde olduğuna hükmetmiştir.
Bırakın ILO sözleşmelerini, AHİM kararlarını mevcut 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu bile birinci dereceden yakınını kaybeden kamu emekçilerine yedi gün izin hakkı tanımaktadır.
Şimdi bu kararı verenlere buradan soruyoruz?
Kardeşlerini, annelerini, babalarını, çocuklarını, arkadaşlarını, dostlarını hunharca bir katliama kurban verenlerin hiçbir şey olmamış gibi işine gitmesini beklemek ne kadar adildir?
Sadece iki günlük greve katıldığı için ‘kamu hizmetinin etkin işleyişini aksatma” gerekçesinin ile binlerce kişinin soruşturmasının, kovuşturmasının vesilesi haline getirilmesi ne kadar hukukidir?
Hangi insan yanı başındaki arkadaşını alçakça bir katliama kurban verdikten bir gün sonra hiçbir şey olmamış gibi işine gidebilir? Kim, aynı sendikada birlikte mücadele ettiği arkadaşı daha toprağa bile verilmeden hangi ruh haliyle, nasıl çalışabilir?
Halktan, emekçilerden kesilen kaynakların silahlanmaya, çatışmalara, savaşlara ayrılmasına,
Dolayısıyla ülkede derinleşen krizin faturasının “bir merminin fiyatını biliyor musunuz?
Denilerek yine halka ve emekçilere yıkılmasına karşı
Halkın birikimlerinin yine halkın yararına kullanılması,
Kamu hizmetlerine daha fazla kaynak ayrılması için
Barış talep etmek,
Hem bu temel talep için
Hem de katliamların son bulması, faillerinden hesap sorulması
İstemi ile iş bırakılması sendikal bir hak değil de nedir?
Hiç kimsenin sendikal faaliyetlerin kapsamını kendi kafasına göre sınırlamaya, her geçen gün sınırlanan ekonomik ve sosyal menfaatleri temel alarak “çekirdek” haline dönüştürmeye, demokrasinin, hukukun, adaletin etkin olması gereken işleyişini aksatmaya hakkı yoktur.
Bizler daha önce onlarca kez yaptığımız gibi, hem 10 Ekim Mitingimizde hem de 12-13 Ekim tarihlerinde hayata geçirdiğimiz iş bırakma eylemimizde ülkenin emekçilerinin kendilerinin boğazından kesilen kaynakların çatışmalara, savaşlara aktarılmasına karşı barıştan ve kardeşlikten yana tercihimizi kullandık.
Evet, bizler bu ülkede demokrasiyi, barışı, kardeşliği savunmanın ağır bedelleri olduğunu, bu bedellerde tepemizden eksik edilmek istenmeyen, bağımsızlığı tartışılır hale gelmiş yargının önemli bir araç haline getirildiğinin biliyoruz. Ancak emekçilerin ve halkların arasında derinleştirilmeye çalışılan kutuplaşmaya son verilmesinin halkın birikimlerinin yine halkın yararına kullanılmasını sağlamanın tek yolunun barış ve kardeşlikten geçtiğini de çok iyi biliyoruz.
Bunun için 10 Ekim katliamında hayatını yitiren barış karanfillerimize verdiğimiz sözün gereğini yerine getirecek, birileri tarafından sendikal faaliyetlerin kapsamından dışlanmaya çalışılan barış ve kardeşlik talebini temel alan emek ve demokrasi mücadelemizi kararlıkla sürdürmeye devam edeceğiz.
KESK YÜRÜTME KURULU