altBugün gelir adaletsizliği, emeğin güvencesizleştirilmesi, ücretlerin düşürülmesi ve sosyal hakların gasp edilmesiyle Türkiye emekçi sınıflarını ilgilendiren bölüşüm sorununun giderek daha ağırlaştığı bir dönemin içinden geçiyoruz. Teknik hileler ve oyunlarla emekçilere ağır bedellerle çıkan sonuçların gizlenmeye çalışıldığı AKP döneminin bilançosuna şöyle bir kuşbakışı bakacak olursak karşımıza ilk adımda daha fazla yoksulluk ve sömürü çıkıyor. Dolayısıyla bugün, önümüze çıkan tüm dönüşüm süreçleri eşliğinde AKP’nin inşa etmeye çabaladığı düzenin emekçi sınıflar açısından değerlendirmesi, bu iki sonucun üzerinde yoğunlaşmayı ihtiyaç kılıyor. 

Öncelikle bugün emekçilerin hangi ekonomik yapıdan doğan bölüşümden pay aldıklarının hatırlatılması önemlidir. Çünkü ancak bu sayede bugüne kadar gelinen noktanın gelecekte varmaya çalıştığı yer görülebilir. Kuşkusuz küresel spekülatif mali sermayeye bağımlılıkla işletilen bir ekonominin gündeminde finansal işlemler, çokuluslu şirketler, devasa tekeller vardır, ama hiçbir şekilde emek gücünün payına düşen bir nimet yoktur. 

Bugün AKP ekonomisinin en temel büyüme dinamiği, emek verimliliğinin sürekli arttırılmasına imkan veren sömürü hacminin genişletilmesidir. Ve bu verimlilik bugünkü Türkiye’nin nesnel şartlarında işgücünün kompozisyonunun değiştirilmesiyle arttırılmaya çalışılmaktadır. Buradaki ana motor ise taşeron tipi güvencesizliktir. 

Kısaca AKP döneminde istihdam biçimi, daha fazla güvencesiz, esnek ve kuralsız yani çalışma yaşamının emekçiler açısından kölelik düzenine dönüştüğü bir süreçle yeniden tanımlanmaktadır. Niteliği, asli ve sürekli olarak tanımlanan, bu anlamda da kadrolu bir istihdama ihtiyaç duyan kamu hizmetleri alanı da bu süreçten oldukça büyük oranda nasibini almaktadır. 

Bu kapsamda bugün kaşımıza yine bir oldubittiyle çıkartılan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu (DMK) ile gündeme gelen değişiklikler, kamuda güvencesiz çalışmanın geldiği boyutları da yeniden gözler önüne sermektedir. 

Bilindiği gibi 6111 sayılı Torba Yasa ile birlikte kamu emekçilerinin iş güvenceleri oldukça büyük bir oranda ellerinden alınmıştı. Şimdi de adeta son kalan güvencelere göz konulurcasına 657 Sayılı DMK’yı AKP hızlıca gündemine alıyor. Rotasyon/sürgün, esnek/kuralsız çalışma ve performansa dayalı ücretlendirme ile artık “güvenceli istihdamın kalesi” olarak geçmişten gelen bir üne sahip “memurluk” kavramını tedavülden kaldırmak istiyor. 

AKP dönemi, kamu istihdamı bakımından, kadro esasına dayanan memurluğun yerine sözleşmeli personel, geçici personel ve işçilerin istihdam edildiği, aynı zamanda 4-a,b,c,d vb. farklı statülerin belirginleştiği ve hiçbir çalışanın bir diğeri ile aynı haklara sahip olmadığı bir kompozisyonun ortaya çıktığı bir dönem oldu. Aynı işi yapan fakat başta ücret olmak üzere farklı özlük ve sosyal haklara sahip olan emekçi tipini oluşturdu. Tüm bu yaratılan farklılıklar, performansa dayalı ücretlendirmeyle sağlanan rekabetçi-bireyselci anlayış üzerinden çalışanlara dayatıldı. İşte kamuda rekabet bunun için AKP’ye gerekti. Eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm kamu hizmetlerinin ticarileştirildiği, kamu hizmetlerinin bir hak olmaktan çıkarılıp sermayenin vicdanına terk edildiği bu süreçte “performansa dayalı ücretlendirmeyle hizmet kalitesini yükselteceğiz” demek, bugün ilaç bile alamayan, çocuğunu okula gönderemez hale gelen halkla dalga geçmekten başka bir anlama gelmemektedir. 

Genel başlıklarıyla güvencesizlik (I)İstihdamın devamlılığına ilişkin iş güvencesinin yok edilmesi (II) Örgütsel anlamda iş süreci üzerindeki bireysel ve toplu kontrol ve çalışma koşullarının zayıflatılması, ücret haklarının eritilmesi, (III)İşten çıkarmalara karşı korunma güvencelerinin ve iş sağlığı-güvenliği gibi sosyal haklarının yok edilmesi ile karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz bugün güvencesizleştirilen sadece işler değil toplumsal hayatın kendisidir. Dolayısıyla buna karşı yürütülecek bir mücadelenin de sadece ücretli çalışanların örgütlü bünyesinde değil, toplumsallaştırılmasıyla etkili bir güce dönüştürülebileceği unutulmamalıdır. Etkili bir mücadeleyle karşı konulmadıkça yaşadığımız bu süreç, neoliberal otoriterliğin-içinde bulunduğu kriz dinamikleriyle birlikte- şiddetlenerek devam edeceği açıktır. 

Nitekim güvencesizleştirmeyle arttırılan sömürü hacmi, meyvelerini sermaye cephesine ve temsili olan siyasi iktidara başından itibaren vermeye başlamıştır. Bunu, ilk bakışta gerileyen emekçilerin alım güçlerinde görmek mümkün. 

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Birimi KESK-AR tarafından bu kapsamda yapılan, “Kamu Emekçileri Geçim Raporu”nun, emekçilerin gerileyen yaşam standartlarının anlaşılması konusunda yararlı olacağı düşüncesindeyiz. 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verileri üzerinden yapılan bu çalışmaya göre; eşi çalışmayan, çocuklu ve ortalama bedelli kirada oturan bir kamu emekçisinin “insana yakışır bir yaşam” için yapması gereken en az harcama tutarıyla elde ettiği ücret karşılaştırılmakta ve çıkan sonuçta da ücretlerin asgari bir yaşamı sürdürmeye bile yetmediği ortaya konulmaktadır. 

Yüksek enflasyon, ağır vergiler ve artık sıradanlaştırılan zamlarla, ücretleri insana yakışır bir yaşam sürme seviyesinin yarı yarıya altında kalan kamu emekçileri asgari düzeyde bir yaşam sürdürebilmek için borçlanmak zorunda kalmaktadır. TÜİK verilerinden derlenen araştırmaya göre, aylık 2 bin 647 liraya denk düşen harcama seviyesine sahip olabilmek için, kirada oturan, ortalama ücretli bir kamu emekçisinin yaklaşık 1620 lira borçlanması gerekmektedir.  Kamu emekçisi ya bu borcu yüklenerek hakkı olan bir yaşamı sürdürebilecek, ya da yoksulluk sınırı olarak da adlandırılan bu seviyenin altında bir yaşam sürmek zorunda kalacaktır. 

Yukarıda sunmuş olduğumuz tablo, asgari bir yaşam için temel tüketim kalemlerinde yapılması gereken harcamaları ve bugün ortalama bir kamu emekçisinin bu harcamalar üzerindeki alım gücünü göstermektedir. Bu tablo, günden güne sosyal kazanımları eriyen, reel ücretleri gerileyen kamu emekçilerinin açlığa yakın yoksulluğun altındaki vaziyetlerini ortaya koymaktadır. 

Peki, ne yapmalı? 

Sermayenin geliştirdiği yeni yöntemler karşısında emek cephesinin de daha güçlü bir şekilde örgütlenmesi ihtiyacının bugün her zamankinden daha fazla hissedildiği açıktır. Bugün güvencesizlik, işçi-memur veya işsiz ayrımı yapmaksızın tüm emekçi halka yönlendirilmiş bir saldırıdır ve bu saldırıyı püskürtmede elbette birleşik, örgütlü bir mücadelenin önemi büyüktür. Ancak yeterli değildir. Bugün yaşamın her alanını hedef alan AKP’nin inşa etmeye çalıştığı düzene karşı sürdürülebilecek en etkili mücadele, ancak toplumsal-sınıfsal mücadele zeminlerinde örgütlenen, yükselen muhalefet dinamiklerinin ve artan direniş mücadelelerinin ortak bir zeminde güçlendirilmesi ile mümkün olacaktır. 

DİSK: Emeğin Payı Azalırken, Ücretler Ve Mücadele

Türkiye AKP hükümetleri ile yoğun çalışmaya dayalı bir sermaye birikim modelini kendisine esas almış durumdadır. Uzun çalışma süreleri ve kişi başına verimlilikteki artışın ücretlere yansımaması, hızlı bir biçimde emeğin milli gelirden aldığı payı aşağıya çekmektedir. AMECO veritabanından yaptığımız hesaplamalara göre Avrupa Birliği 27 ülkesi için ortalamada emeğin milli gelirden aldığı pay 1999 yılında yüzde 59 oranındadır. 2012 yılında ise bu oran sadece 1 puan düşerek yüzde 58 olmuştur. Türkiye’de ise emeğin milli gelirden aldığı pay ciddi bir biçimde gerilemiştir. 1999’da % 52 olan emeğin milli gelir içindeki payı 22 puanlık gerileme % 30’a düşmüştür. Bu denli keskin bir düşüşün olduğu başka bir ülke yoktur. Ancak Türkiye’yi 11 puanlık gerileme ile Polonya izlemektedir. Meksika, Yunanistan ve Güney Kore emeğin payının gerilediği diğer ülkelerdir. Türkiye’de emeğin milli gelirden aldığı pay OECD ülkelerinin yarısı seviyelerine düşmüş durumdadır. Türkiye’ye en yakın ülke % 36 ile Meksika olarak görülmektedir. Bu veriler Türkiye’de ki emek düşmanı politikaların bir yansımasıdır.

Türkiye’de işçi sınıfı yoğun çalışma sürelerine karşın, düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Halkın sefalete itilmesi üzerinden, yaratılan zenginliğin, halka geri dönmediği açıktır. Büyük bedeller ödenerek yaratılan toplumsal servetin adil bir biçimde dağıtılması, emeklilerin, kadınların, gençlerin, işçilerin aileleri ile birlikte insan onuruna yaraşır bir biçimde yaşayabilecekleri, insana yaraşır bir çalışma rejimine duyulan ihtiyaç her geçen gün daha fazla artmaktadır. İş cinayetlerinin, hak gasplarının gölgesinde, Türkiye dünya genelinde sendikal haklar ve özgürlüklerin en fazla kısıtlandığı ülkelerden biri durumundadır. 

Esnekliğin bu denli yaygınlaştığı, istihdamın % 40’ının kayıtdışında olduğu, reel ücretlerin gerilediği, işsizliğin can yakıcı oranlarda seyretmeye devam ettiği bu süreçte, bölüşüm ilişkilerinin temel biçiminin, işsizlikle mücadele başlığı altında şirketlere aktarılan kaynaklar üzerinden şekillendiği görülmektedir.  

Bu politikaların en somut olarak kendini ortaya koyduğu alan asgari ücret süreçleridir. Sermaye ve hükümet temsilcilerinin çoğunluğu ile toplanan Asgari Ücret Tespit Komisyonu, enflasyon hedeflerini kendisine esas alınmakta, işçilerin geçim düzeyi ihmal edilirken, ekonomik gelişme bu kararlara yansıtılmamaktadır. Dolayısı ile ekonomik refahın paylaştırılması açısından en önemli araçlardan biri durumunda olan asgari ücret, ciddi bir baskı altındadır. 

Asgari ücretli üretimden pay alamıyor

Asgari ücretin uzun gelişme seyrine bakıldığında 34 yıllık bir dönem için (1978 yılından bu yana) ekonomi (1977-2006 GSMH  ve 2007 sonrası GSYİH) sabit fiyatlarla 3,7 kat büyürken, asgari ücretin % 9’luk gelişme ile neredeyse yerinde saydığı görülmektedir. 

Tablo 1. Reel Brüt Asgari Ücret – Ekonomik Büyüme Karşılaştırma (1978=100)

alt

1999 yılına kadar 1978 yılındaki ekonomik gücüne ulaşmayan asgari ücret, bu yılda ulaştığı düzeyi, yüksek enflasyon ortamında yaşanan iki krizle ciddi bir biçimde kaybetmiş, 1978 ve 1999 seviyesine ancak 2004 yılında yeniden ulaşabilmiştir. 2005 yılından bu yana ise asgari ücret yerinde hemen hemen yatay seyrini devam ettirmektedir. Asgari ücrete en büyük darbe 12 Eylül ile vurulmuştur.

Hâlbuki asgari ücret ekonomik büyüme oranında bir artış kaydetseydi bugün net 2251 TL  ve 950 euro olacaktı. 

Her bir aile ferdi için öğün başına sadece 76 kuruş gıda harcaması yapılabilen asgari ücret Türkiye’nin ayıbıdır. Diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında en uzun çalışma sürelerine ve en az ücretli izin hakkına sahip olan işçilerimize layık görünen bu ücretin yetersiz olduğu, yapılan bilimsel çalışmalarla da görülmektedir. 

Ekonomik büyümenin asgari ücrete yansımaması bölüşüm ilişkilerini de doğrudan etkilemektedir.

Asgari ücretle geçim

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, geçtiğimiz aylarda bir televizyon programında asgari ücretli için bu ücretle “geçinemez diye bir şey yok, tabi geçinirsiniz. Niye geçinemeyeceksiniz? Eğer ona mahkûmsanız 800 lirada büyük paradır. Geçinirsiniz. Netice itibariyle peynirin kilosunun fiyatı belli, ekmeğin fiyatı belli, yediğiniz zeytinin fiyatı bellidir” diyerek asgari ücretlinin hayat mücadelesi konusunda açıklamalar yapmıştı. O dönemde DİSK-AR’ın asgari ücretle geçim konusunda hazırladığı raporun sonuçları asgari ücretlinin 811 TL’ye nasıl geçindiğini ortaya koydu. 

Söz konusu rapora göre, eşi çalışmayan ve iki çocuklu bir asgari ücretli 2013 yılının ilk altı ayı için elde ettiği geliri ile gıdaya aya ancak 9 lira 11 kuruş ayırabiliyor. Buna göre asgari ücretlinin üç öğün için kişi başına ayırabildiği tutar 2,28 TL olurken, öğün başına bu tutar sadece 76 kuruş düzeyinde kalmakta. Bu miktar geride bıraktığımız 2012 yılında 72 kuruştu. Dolayısıyla 2013 yılı ücret artışı öğün başına sadece 4 kuruşa denk geliyor.

Buna karşın 4 kişilik bir ailenin günlük sağlıklı beslenebilmesi için kişi başına ortalama 8,93 TL gıda harcama yapması gerekiyor. Buna göre asgari ücretli, 1 kişinin sağlıklı beslenmesi için gerekli olan gıda harcaması ile 4 kişiyi doyurmaya çalışıyor. 

Ortalama kira bedeli 550 TL’yi bulurken, asgari ücretlinin kira ve diğer konut harcamaları için ayırabildiği tutar sadece 249 TL. Buna göre asgari ücretli en sağlıksız çevrede, kentsel donatı hizmetlerinin en az olduğu, deprem riski altındaki konutlarda yaşamak zorunda bırakılıyor. Sefalet sadece sofrada değil, sağlıksız konutlarda da asgari ücretliyi buluyor.

Asgari ücretlinin, çalıştığı işyerinin servis imkânı yoksa işyerine ulaşımı bile büyük bir sorun. Tek bir belediye otobüs biletinin Türkiye ortalamasında 1,60 TL olduğu koşullarda, asgari ücretlinin ulaşım için ayırabildiği günlük pay sadece 2,06 TL, bu gelirle bulunduğu yerden hareket etmesi bile imkansız. Kültür ve eğlence için ayırabildiği pay toplamda aylık 10 TL’yi bulurken, bu miktar ile ne sinema, ne tiyatro ne de maça gidebilmek mümkün. Sinema bileti ortalama 11,21 TL. Isınma, bakım, onarım, temizlik ve hatta kadro eksikliği nedeni ile öğretmen ihtiyacı, kaynak yokluğu bahanesi ile velilerin ödediği katkı paylarına teslim edilen eğitim koşularında, asgari ücretli çocuğuna defter kalem bile alamayacak durumda. Okul tercihleri büyük oranda, yoksul ve kaynak yokluğundan eğitim veremez durumdaki okullar. Yani asgari ücretlinin çocuğunun okuması aylık 6 TL’lik ayrılan pay ile yokluktan dolayı neredeyse mucize. 

Asgari ücretlinin ortalama fiyatlı bir buzdolabını alması için, ev eşyası için ayırabildiği 42 TL ile başka hiçbir eşya almaksızın 26 ay çalışması gerekiyor. 

Özetle asgari ücretliden, öğün başına 76 kuruşla karnını doyurması,1 buzdolabı için 26 ay çalışması, 249 TL’ye ısınması ve barınması, çocuk başına 3 TL’lik eğitim harcaması ile çocuklarını yetiştirmesi bekleniyor.

Asgari ücretin ekonomik büyüme ve verimlilik artışından pay almaması, üretilen kaynakların belirli ellerde toplanması anlamına gelmektedir. Asgari ücretin, temel gereksinimleri karşılayacak bir biçimde ele alınması gerekmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik bu ücretle “geçinemez diye bir şey yok, tabi geçinirsiniz. Niye geçinemeyeceksiniz? Eğer ona mahkûmsanız 800 lirada büyük paradır. Geçinirsiniz. Netice itibariyle peynirin kilosunun fiyatı belli, ekmeğin fiyatı belli, yediğiniz zeytinin fiyatı bellidir” derken, bu geçimin işçiye yaşam kalitesi bakımından bedelinin ne kadar ağır olduğunu görememektedir. 

alt

Not: Hesaplamada 4 kişilik bir aile üzerinden yapıldığı için, eşi çalışmayan ve 2 çocuklu bir asgari ücretlinin, asgari geçim indiriminden kaynaklı geliri de hesaba katılmıştır. Bekar bir asgar ücretli için söz konusu ücret  811 TL’dir.

Kaynak: TÜİK 2008 yılı Hanehalkı Tüketim Harcaması Araştırması, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri 

İstihdam yapısı bozuluyor

İşçiler açısından bir başka gerçeklik ise işsizliğin farklı biçimlerinin yarattığı ilişki yapısıdır. Resmi işsizlik rakamlarında kriz sonrası ekonomik canlanmayla paralel olarak gerçekleşen düşüş, haziran ayında dip noktasını yaptıktan sonra ekonomik büyüme oranlarında yaşanan sert düşüşle tekrar yükselişe geçmiş durumdadır. Hatırlanacağı üzere 2009 yılında krizin yarattığı tahribat, 2010 ve 2011 yılında ekonomide dibe vuruş sonrası hızlı yükselişi getirmiş, işsizlik rakamları kriz öncesi düzeylerine gerilemiştir. Ancak özellikle tarımsal istihdamda yaşanan artışa eşlik eden kayıtdışı çalışanların sayısındaki artış, kadınların ve gençlerin çalışma koşullarında yaşanan bozulma, güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, istihdamın niteliğini sorgulatan bir karakter taşımıştır.

Çalışma sürelerinin son derece uzun, ücretli izin hakkının son derece sınırlı olduğu koşullarda işsizlik verilerinin olduğundan daha düşük görünmesinin temel nedeni işgücüne katılım oranlarındaki düşük seviyedir. Bir yandan işgücüne katılım oranlarını yükseltirken, öte yandan işsizlik verileri ile mücadele etmenin yegane yolu, gelir kaybına yol açmaksızın haftalık çalışma sürelerini azaltmaktan geçmektedir. Buna karşın sermaye çevreleri istihdam yapısının niteliğini bozarak, yani yoğun çalışma koşulları altında, daha kuralsız ve güvencesiz çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak bu süreci kendi lehlerine çevirmek istemektedir. Hükümet işveren çevrelerinin bu taleplerini Ulusal İstihdam Strateji belgesi ile programlaştırmıştır.

Ucuz işgücü için, taşeron çalışmayı yaygınlaştırmayı, kıdem tazminatını fona devrederek orta vadede ortadan kaldırmayı, kölelik bürolarını hayata geçirmeyi hedefleyen bu belge, işsizlik verilerindeki artışla birlikte daha sık gündeme gelecektir. İşsizlikle mücadeleyi, çalışma koşullarını kötüleştirerek, ücretleri düşürerek çözmeye çalışan bu anlayışa karşı durulmalıdır. Bu strateji işsizliğin “ne iş olsa yaparım” başlığı altında gizlenmesi stratejisidir. 

Bu stratejinin sonuçları gelecek dönemde iki önemli sonuç yaratacaktır. İşçilerin örgütlü-örgütsüz eylemlerindeki artış ve emeğin milli gelir içindeki payındaki azalma. Burada kritik konu işçilerin eylemlerinin siyasal bir taleple bölüşüm ilişkilerine doğrudan müdahale edecek düzeye ulaşmasıdır.

İşsizlik ile esnekliğin bir karışımı olan yeni istihdam yapısı içerisinde, mücadelenin yeni araçlara ihtiyacının olduğu açıktır. Taşeron işçilerinin, işsizlerin, mevsimlik işçilerin, ev içi emeğin örgütlenmesini esas almayan bir mücadele hattının başarı şansı görülmemektedir. Sendikalar, istihdam yapısındaki parçalanmaya karşı, birlik ve dayanışma temelinde örgütlenmek zorundadır. İstihdam yapısı ne kadar parçalı olursa olsun mücadele zemini o oranda birleştirici olmalıdır. Örgütsüz bir çalışma biçimi, örgütsüz bir alanın kalmaması bu sürecin olmazsa olmazıdır. 

Şimdi taşerona karşı mücadelenin, işsizlerin örgütlü mücadelesiyle,  işsizlerin örgütlü mücadelesinin örgütlü işçilerle buluşmasının ve ortak bir mücadelenin parçası kılınmasının zamanıdır.   

Not: 1 Mayıs öncesi KESK ve DİSK tarafından emeğin payları, ücretler ve mücadeleye ilişkin BirGün Gazetesi’ne 30.04.2013 tarihili hazırlanan raporun genişletilmiş halidir. 

İLETİŞİM: SES – Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Çankaya, Kızılay, Necatibey Cad. No:82 D: 4, 06420 Ankara Telefon: (0312) 232 61 22 e-Posta: [email protected]