Erinç Yeldan: “Ekonomi” emeği güvencesizleştirerek “toparlanıyor”

Facebook
Twitter
WhatsApp

Erinç Yeldan: “Ekonomi” emeği güvencesizleştirerek
“toparlanıyor”

 Prof. Dr. Erinç Yeldan’la krizin Türkiye’ye ve
emekçilere etkileri, hükümet ve sermaye çevrelerinin toparlanma iddialarının ne
anlama geldiği, “Ayşe teyze” miti, “vatandaşlık ücreti” önerileri üzerine
konuştuk. Yeldan, teknik hilelerle krizin emekçilere maliyetinin gizlenmeye
çalışıldığını ve yaşanan “toparlanma”nın emeğin güvencesizleştirilmesi,
ücretlerinin düşürülmesi ve sosyal haklarının gasp edilmesi pahasına
gerçekleştiğini belirtiyor. Emekçilerin taleplerinin, bugünkü koşullarda
olanaklı görünenlere sınırlı tutulmasının düzeniçi ve yanlış bir eğilim
olduğunu berliten Yeldan, aksine tam istihdam gibi kapitalizm içinde
karşılanması mümkün olmayan taleplerin savunulması gerektiğini vurguluyor.

2009 yılı için açıklanan küçülme rakamlarının beklenenin altında
gelmesiyle birlikte “Ekonomik kriz bitti, toparlanma başladı” söylemleri
artmaya başladı. Bu “toparlanma” meselesine ve krizin teğet geçtiği hikâyesine
dair neler düşünüyorsunuz?

Şimdi Türkiye ekonomisinin krizden etkilenme biçimini değerlendirirken burada
birkaç noktanın altını çizmemiz gerekir. Bunlardan bir tanesi kriz; Türkiye
ekonomisini hangi yollardan, ne şekilde etkiledi ve buna bağlı olarak da
Türkiye ekonomisinin krizden çıkışını veya “Toparlanma” diye anılan sürecin
özellikleri nelerdir?

Her şeyden önce şunu vurgulayalım; hükümetin, genel olarak Türkiye ekonomi
idaresinin bu kriz sürecine ilişkin olarak üç tane önemli hata içerdiğini
düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi; daha krize gelmeden evvel 2003 sonrası
dünyadaki genişleme konjonktürünün bir parçası olarak Türkiye ekonomisi bir
genişleme, büyüme, canlılık dönemi içindeydi. Bu küresel ekonominin içinde
bulunduğu ucuz ve bol kredi, Çin kaynaklı bir mamul mal artışı, Amerika
kaynaklı kredi artışıyla beslenince dünya ekonomisinde yoğun bir genişleme
yaşandı. Ekonomi idaresi, bu genişleme konjonktürünün bir parçası olan
Türkiye’yi, aslında bu olgunun Türkiye’ye özgü olduğunu, Türkiye’deki çok
başarılı ekonomi idaresinin neticesi olduğu varsayımını yaptı ve bu
konjonktürün öne çıkardığı sermaye akımlarını, sıcak para diye adlandırdığımız
sermaye akımlarının idaresini yönetemedi. Bu tip spekülatif sermaye akımları
Türkiye’de sanal bir büyüme, istihdamsız büyüme, yoksullaştırıcı büyüme
olgusunu yarattı.

Gelir dağılımda çarpıklık, istihdamda gerekli ve yeterli bir artış
sağlayamayan, sabit sermaye yatırımlarıyla beslenmeyen dış borçlanmaya dayalı
spekülatif yönlü bir büyümenin tehlikelerini görmezden geldi. Birinci hata
buydu. Bu tehlikeler nitekim krizin Türkiye’yi gerek OECD gerekse de
Türkiye’nin içinde bulunduğu yükselen piyasa ekonomileri denilen bizim
kalkınmakta olan ülkeler diye adlandırdığımız ülke grubu içinde krizden en
şiddetli etkilenen ekonomiler arasında olmasına yol açtı. İkinci hata bu
noktada ortaya çıktı. Gerek Başbakan’ın “kriz bizi teğet geçecek ve nitekim
geçti” söylemi gerek devlet planlama teşkilatının 2009 projeksiyonunda yer alan
ilk resmi tahminleri, ekonominin 2009’da büyüyeceği, yüzde 4’lük bir büyüme gerçekleşeceği
yönündeydi.

Kriz süreci göz ardı edildi
Dolayısıyla istihdamda daralma, üretimde gerileme, sabit sermaye yatırımlarının
gerilemesi, reel üretimin düşmesi, buna koşut olarak yatırımların,
üretkenliğin, ihracatın daralması yani reel sektörün daralması olarak
tanımladığımız kriz süreci resmi otoritelerce ve ekonomi bürokrasisi tarafından
göz ardı edildi. Kriz sadece finansal sistemde bir çalkantı olarak
nitelendirildi. 1994 ve 2001 krizlerindekine benzer finansal çalkantıların
olmaması bankacılık sisteminin çok sağlıklı olduğu, bu yüzden de ekonominin
krizden etkilenmediği şeklinde yorumlandı.

Hâlbuki kriz finansal sistemi aşan, onunla sınırlı olmayan hatta onunla pek de
ilgisi olmayan süreç. Türkiye 2001 krizi sonrasında bankacılık sistemini
neredeyse bankacılık işlevlerini yerine getiremeyecek kadar sınırlamış,
sıkılaştırmış idi. Bankalarda, neredeyse bankacılık işlevlerini yerine
getiremeyecek düzeydeki denetim neticesinde zaten ekonomi artık, küresel
ekonomi ile olan ilişkilerini bankacılık üzerinden değil doğrudan doğruya reel
sektör şirketleri, finans dışı şirketlerin küresel ekonomiyle doğrudan
borçlanmasını, doğrudan ilişkiye geçmesini doğurmuş idi.

Bu yüzden Türkiye’nin krizden etkilenme biçimi bankacılık sistemi veya finans
sistemi üzerinden değil doğrudan doğruya reel üretim şirketleri, finans dışı
sanayi şirketleri üzerinden oldu. Sanayi üretiminde gerilemeler yüzde 30’ları
aşan boyutlara ulaştı. Sanayi istihdamı gene yaklaşık 150 bin kişilik kayıpla
atlattı 2009 yılını. Ve Türkiye krizden reel sektörler üzerinden etkilenmiş
oldu.

Toparlanmanın ardında yatan maliyetler gözden kaçırılıyor
Şimdi üçüncü hata; bu toparlanma söylemiyle ilgili. Küresel krizin
niteliklerine baktığımız vakit bu krizin çok ayırt edici özelliğini görüyoruz.
Dünya ekonomisi ilk defa bir bütün olarak 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel
çapta bir daralma içinde duruyor. Bundan evvelki krizler yerel coğrafyalarda,
belli bir bölge ile sınırlı idi ama bu tam kapsamıyla, adıyla anıldığı üzere
bir küresel nitelikli kriz. Ve küresel bir çapta daralma topyekûn ilk defa
görülüyor.

Şimdi bu 2009’da böyle, 2010’da böyle, 2011’de böyle yani matematiksel olarak
hep böyle gitmez. Mutlaka kapitalizmin kendi doğası gereği her kriz dönemi
sermayenin yeniden yoğunlaşmasına, yeniden yapılanmasına eski teknolojilerin,
köhneleşmiş kurumların yıkılıp yerine yenilerin oluşturmasına olanak sağlayan
bir süreci ifade ediyor. Biz bunu Marksist iktisatta; kapitalizmin anarşik
karakteri olarak tanımlıyoruz. Ve kriz ve buhran dönemlerinin kapitalizmin
ayrılmaz bir parçası olduğunu gözlüyoruz. Her kriz dönemi sermayeye kendisini
yenilemesine, yeni birikim olanaklarının, yeniden teknolojik gelişme
olanaklarının ivmelenmesine, kapitalizmin yoğunlaşmasına, tekelleşmesine olanak
sağlayan bir olgu olarak tanımlıyoruz. Kapitalizm bu dönemlerde eskiyi yıkıp
yeniyi inşa ederken, bunun maliyetlerini çok doğal olarak öncelikle emekçi
sınıflara yükler. Emeğin kazanımları emeğin ücretleri, sosyal hakları ve
güvenceleri askıya alınır, tırpanlanır. Emek giderek enformelleştirilir işgücü
piyasaları taşeronlaştırılır, kayıt dışına itilir. Formel nitelikli işgücü
giderek enformelleştirilmiş, kayıt dışına itilmiş, sosyal olarak dışlanmış,
proleterleşmiş bir konuma sürüklenir.

Kapitalizmin krizleri hiçbir zaman için sanki bu sinüs dalgaları gibi
genişleme-kriz-genişleme-kriz gibi, bir fırça darbesinin salınımları gibi
düzenli bir görünüm arz etmez. Her kriz dönemi bir sonrakinden daha farklı daha
değişik koşullara sahne olur. Dolayısıyla Marksist iktisatçıların; krizden
çıkışta kapitalizmin kendisini yenilemesini, piyasanın tekelleşmesini ve emeğin
daha da proleterleşmesine yol açan bir süreç olduğunun altını çizdiği bu süreç,
şu anda piyasada sanki objektif nesnel, hiçbir bölüşüm öğesi içermeyen nötr bir
olgu olarak tanımlanıyor. Toparlanma sözcüğü ile karşılanıyor. Toparlanmanın
ardında yatan maliyetler, toparlanma dediğimiz olgunun altında yatan iktisadi
mekanizmalar, sanki kendi kendine, hiçbir maliyetleri olmamış, akşamdan sabaha
kötü bir düşten uyanılmışçasına bir müjde olarak veriliyor. Yağmurlar dindi,
güneş çıktı. Bu da kendi kendine olmuş bir doğa olayı gibi. Hâlbuki böyle
değil.

İşte komşumuz Yunanistan’da olduğu gibi yaklaşık 115 milyar Avroluk 3 yıllık
bir kurtarma paketinin ana unsurları, maliyeti doğrudan doğruya emekçilerin
ücretlerinde yüzde 30’luk bir tırpanlama, Yunanistan’da 13. ve 14. ücret olarak
bilinen ek ücretlerin, sosyal hizmet karşılığı verilen primlerin kaldırılması,
sosyal harcamalarda muazzam bir kısıntı olarak emekçi halkın karşısına
dikiliyor. Çok enteresandır Yunanistan’da yaklaşık milli gelire oranla yüzde
13’e varmış olan bütçe açıkları, israf, popülizm, emekçilere yönelik aşırı
hizmetler olarak değerlendirilirken, İngiltere’nin yüzde 12,7’ye ulaşmış kamu
açıkları, finansal sistemin sağlığını yerine getirecek tedbirler olarak
nitelendirilebiliyor.

Yani finansal sistemin titanları kendisine açılan kredilerin yol açtığı kamu
harcamalarını gerekli ve sağlıklı olarak nitelendirirken, emekçileri gözeten
veya sosyal harcamaları gözeten kamu yatırımlarındaki genişlemeyi israf,
popülizm ve gereksiz olarak nitelendirip bu tür ülkeleri cezalandırma yoluna
gidiyor. Sadece Yunanistan değil Portekiz’de İrlanda’da bu tür kamu
harcamaları, finansal sistemin işleyişi için gerekli olmayan her türlü kamu
harcaması israf olarak nitelendiriliyor. Bu bakımdan toparlanma olarak öne
sürülen sürecin, aslında emeğin kazanımlarını giderici, sendikasızlaştırma,
işsizleştirme, taşeronlaştırma, esnekleştirme ile yoğrulmuş; kapitalizmin yeni
bir saldırısına olanak sağlayan bir olgu olarak bunu değerlendirmemiz gerekir.

Kriz yılında Türkiye yaklaşık yüzde 8 küçüldü
Şimdi Türkiye’deki rakamlara bakacak olursak, TÜİK’in 2009’un son çeyreğine
ilişkin verileri 2009’daki küçülmenin projeksiyonlardan daha az olduğuna işaret
ediyor. Buradan Türkiye’nin aslında korkulduğu kadar küçülmediği, dolayısıyla
toparlanmanın başladığı, Türkiye’nin krizden pek de çok etkilenmediği yönünde
yorumlar yapılıyor. Burada da yine birtakım istatistikî hileler var. Her şeyden
önce malumunuz milli gelir çeyrek dönemler itibarıyla tahmin ediliyor. O yüzden
yıllıklandırılmış olarak baktığınız vakit ille de takvim yılı ile
sınırlandırılmış bir etkiden söz etmemiz çok doğru değil.

Krizin Türkiye açısından başlangıç noktasını 2008’in 3. çeyreği olarak alır onu
yıllıklandırırsanız, 2008’in 3. çeyreğinden 2009’un 3. çeyreğine atıf
yaparsanız, o dönem içerisinde Türkiye’deki daralma neredeyse yüzde 8’e
ulaşıyor. Fakat Türkiye’nin iktisadi krizden etkilenme biçimi istatistiksel bir
tanım, istatistiksel bir oyuna indirgenmeyecek kadar ciddi bir olgu. Türkiye
2003 sonrasındaki genişleme konjonktüründe yeterince istihdam artışı
sağlayamadığı için işsizlik oranı yüzde 6’dan yüzde 10 düzeyine çıkmış bir
ekonomi idi. Küresel kriz koşullarında işsizlik oranı yüzde 15,4’e kadar
yükseldi. Şu an yaklaşık yüzde 13,5-14 düzeyinde, mevsimsel arındırılmış
verilere göre. Kriz sonrası toparlanma kabaca yüzde 13,5 açık işsizlik olan bir
ekonominin olgusu.

Ama Türkiye’nin toparlanma süreci tekrardan 2008 öncesini andırır bir şekilde
yine sıcak para girişlerine, yine spekülatif sermaye girişlerine dayalı ve dış
borçlanma yaratıcı bir istihdam biçimi. Bu tür istihdam biçimi Türkiye’de çok
büyük dış borçlanma ve yüksek cari işlemler açığı ile sürdürülüyor. Böyle bir
iktisadi büyüme rejimi istihdam yaratmayan çarpık bir sanayileşme olarak
karşımızda duruyor. Tekrardan bu dış finansman olanaklarının kısıtlandığı ilk
noktada ekonominin krize girmesi kaçınılmaz hale geliyor. O bakımdan bu 2010
yılındaki toparlanma yine sahte finansal cennetler yaratan, spekülasyon
dünyasının sabit sermaye yatırımları ile beslenmeyen, istihdam yaratmayan bir
çarpık sanayileşme olarak karşımızda duruyor.

Tarımsal istihdamda düşündürücü artış
İşgücü piyasalarına bakarsanız Türkiye’de sanayi istihdamı yaklaşık 150.000
kişilik bir kayıp ile geçilirken tarımsal istihdamda hiç beklenmedik olağanüstü
bir artışın yaşandığını gösterdi. Tarımsal istihdam 600.000 kişilik bir artış
gösterdi. Hâlbuki 2008 öncesinde tarımsal istihdam giderek azalan, tarım
ekonomisi giderek küçülen bir ekonomi görünümündeydi Türkiye. Şimdi kriz
koşullarında birdenbire tarımsal istihdamın neredeyse yüzde 20 artması, bir
sene içinde, istatistikî verilere ve Türkiye’nin gerçeklerine sığmayan bir
olgu. Burada verilerle oynanıyor, işgücü piyasasındaki birtakım makyajlamalar
sayesinde işsizlik sorunu göz ardı ediliyor diye vulgar bir yorum yapmak
istemiyorum fakat Türkiye tarımında birdenbire bu daralmayı ters yüz edecek,
600.000 kişilik yepyeni bir istihdam sağlayacak bir olgunun ardında yatan
iktisadi ve sosyal gerçekler neler araştırmamız gerekiyor.

Ezbere ”Kırdan kente göç vardı, küresel krizde bu tersine döndü, şimdi
kentlerden kırlara ters göç var.” demek, Türkiye’nin sosyal manzarasıyla çok
uyuşan bir olgu değil. Bu ancak iktisat kitaplarında böyle iki piyasa, ikisi
arasına emek sanki hiçbir sosyal maliyeti olmayan, hiçbir kayda, kısıda
uğramayan bir şekilde eğriler arasında gidip gelen faktör olarak tanımlanır.
Böyle bir olguyu, bir işçi ailenin çoluğuyla çocuğuyla, varlıklarıyla beraber
on yıl boyunca kırlardan kentlere şimdi bir sene boyunca kentlerden kırlara
böyle yüz binlerce göç yaşaması otobüs duraklarının, limanların, tren
istasyonlarının varlıklarıyla, çoluklarıyla çocuklarıyla, yorganlarıyla bir
sene kırdan kente öbür sene kentten kıra dönmesi karikatürize edilecek bir olgu
değil.

Sorun çok açık, Türkiye’de tarımsal istihdam dediğimiz olgu aslında en
örgütsüz, ucuz aile işçiliğine dayanan çoğunlukla da hemşehrilik ya da başka
sosyal formasyonlarla, örgütlerle adlandırılan ve sömürünün en acımasız, en
yoğun olduğu biçimde yaşanan sosyal güvenceden yoksun herhangi bir işgücü
yasasına tabi olmadan, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna üye olmadan
taşeronlaştırılmış, kuralsızlaştırılmış sömürünün en yoğun yaşandığı istihdam
biçimi olarak biliniyor. Kentli kesimde de, kırsal kesimde de krizin en yoğun
olarak yaşandığı bölge tarımsal istihdam ve kayıt dışı sanayi ve hizmetler
kesimi istihdamı. Kamuoyunda bu çok acı bir şekilde, işte semt pazarlarında
mercimek köftesi satan kadınlar olarak nitelendirilen acımasız sömürü biçiminin
tezahürü olarak gözüküyor. Türkiye’de istihdam “artıyorsa” bu aslında hiç arzu
edilmeyen, çoğunlukla çocuk, kadın, genç işçiliğinin acımasızca sömürüsüne
dayanan bir istihdam biçimi olarak karşımızda duruyor.

“Toparlanma” diye anılan üretimde, istihdamda artışlar başladı diye
adlandırılan süreç genel kaba hatlarıyla bu süreci ifade ediyor.

Bütün bunların yanında, Tekel işçilerinin direnişinde yakın olarak tanık
olunduğu gibi giderek güvencesiz, kıdem tazminatları kaldırılmış, sosyal
hakları giderek törpülenmiş, sendikasızlaştırılmış, proleterleşmiş istihdam
biçimiyle Türkiye’nin 2010’lu yıllara doğru yol alması planlanıyor. Türkiye
kapitalizminin dışarıdan ithalata dayalı teknolojisi, dışarıdan ithalata dayalı
spekülatif sanayi birikiminin sırf böyle tıkanmaları, bu tür istihdam ve
sanayileşme stratejileri altında kaçınılmaz olarak karşımızda duruyor.

Tam da bu bağlamda, Tanıl Bora, Birikim dergisinde Tekel direnişi ile
ilgili yazısında kapitalizmin artık bu kadar insana istihdam sağlayamayacağı ve
artan kronik işsizlikle birlikte artık insanların “lüzumsuzlaştırıldığı” bir
sürece geldiğimizi belirtiyor. Bu bağlamda, artık vatandaşlık gelirini
konuşmamız gerektiğini hatta bunu sendikaların bile tartışması gerektiğini
söylüyor. Bu görüşe katılır mısınız? Vatandaşlık ücreti meselesine nasıl
bakıyorsunuz?

Şimdi, bakın emekten yana çalışan akademisyenler, emek örgütleri kapitalizmden
mutlaka ve mutlaka sürekli tam istihdam, formel ücretler, yüksek ücretler
taleplerini yükseltmeliler. Kendi kendinize “ama kapitalizm bunu bize
sunamaz, hayatın gerçekleri bu değil
” ile bu taleplerimizi geri
almamalıyız. Kapitalizm bunları sunamaz, bu gerçeği göstermek için bu
taleplerimizi yükseltmemiz lazım. Yani, kapitalizmden kapitalizmin emekçilere
sunabileceği şeyleri istemek, vaatlerimizi kapitalizmin sınırları içinde tutmak
demek aslında kapitalizmin anarşik yapısına, vahşi karakterine rıza göstermek
anlamına gelir.

Nihayetinde, biz her şeyden önce biliyoruz ki kapitalizm emeğin acımasız
sömürüsüne dayanan ve bu sömürünün dönem dönem keskinleşmesi ve bu sömürünün
yaratığı aşırı üretim, düşük istihdam gibi konjonktürel nedenler nedeniyle de
krize sürüklenen anarşik bir sistemdir. Kapitalizm, yeni bir sermaye birikimi
rejimi içinde fakat bu kapitalizmin sömürü karakterini gizlemesine olanak
sağlamamalı, bu olanağı biz kapitalizme vermemeliyiz.

“Vatandaşlık geliri” emekçilerin sloganı olamaz
“Vatandaşlık geliri” olgusunun ardında şöyle bir söz oyunu yatıyor; sendikalar
ve diğer iş örgütleri kapitalizmden istihdam ve ücret talep edeceklerine, bir
asgari düzeyde emekçinin hayatını sürdürmesine olanak sağlayan, kendini yeniden
sosyal anlamda üretebilmesine olanak sağlayan bir sosyal ücret talep etmeliyiz.
O sosyal ücret de devletten talep edilmeli. Devlet kendi vergi gelirleriyle
böyle bir sosyal ücreti vatandaşlarına sağlamalı. Dolayısıyla, yoksulluk
sınırının üzerinde tespit edilen bir sosyal ücret yoluyla da adına “sosyal
ücret”, “vatandaşlık ücreti” ne denirse densin bunu sağlamakla devlet yükümlü
kılınmalı. Kapitalist işverenden istihdam, ücret veya iş hayatına yönelik
sosyal haklar talep edilmemeli. Yani bu, kapitalizmin kendisini bu kadar
güvence altına alan, kapitalizmin sınıfsal öğesini bu kadar rahat bir şekilde
kendi lehine çeviren bir olgu olarak emekçi örgütler tarafından kullanılan bir
slogan olmamalı.

Birincisi, her şeyden önce hayatın pratiği açışından bütün dünyada devletin
ekonomi içinde ağırlığı küçültüldüğü, devletin her türlü sosyal harcamalarının
biraz önce Yunanistan örneğinde gördüğümüz gibi israf, popülizm olarak
adlandırıldığı bir felsefi saldırı altında devletten böyle bir sosyal ücret
verebileceğini düşünmek tam bir hayalperestlik, emek örgütleri içine sokulmuş
Truva atından başka bir şey değildir. Yarın öbür gün, devlet bütçesi yeterli
değildir, devletin vergi gelirleri böyle bir harcamayı sağlamaya yeterli
olmayacaktır diye işçiler muazzam bir yoksullukla karşı karşıya kalacaktır.
Buna, emekçi örgütlerin şimdiden evet demesi bir defa her şeyden önce artık
toplumsal muhalefet ve kapitalizme karşı olan direnişlerinin havlu atması
anlamına gelir hayatın pratiği içinde.

İkinci olarak, emek örgütlerinin istihdam ve ücret taleplerinden vazgeçmeleri
demek, kapitalizmin iç yüzünü ortaya çıkarma mücadelesinden de vazgeçmeleri
anlamına gelecektir. Şimdi, bazı talepler vardır bunun olmayacağını bile bile
kapitalizmden talep etmek, kapitalizmin içi yüzünü ortaya çıkarmak, kitlelere
bunu göstermek için bir propaganda aracı olarak kullanılması gereken bir
olgudur. Kapitalizm istihdam yaratamayan bir birikim rejimi ise bunun
söylenmesi için her şeyden önce istihdamın istenmesi gerekir. Biz, o zaman bu
sistemi sorgulamalıyız gerçeğini kitlelere aktarmak için bu propagandanın
yürütülmesi lazım. O zaman kapitalizm sonrası toplumun, sosyalizmin inşası için
bunun gerekçelendirilmesi gerekiyor. Yani, kapitalizmin sistem içinde görünen
bu öğelerinin aslında sistemin içinde bile sağlanamayacağı gerçeğini kitleler
aktarmak, emekçilere bu uyanışı sağlamak ve onları sosyalizme kazandırmak için
bizim istihdam, ücret, sendikal haklar, daha sağlıklı ve sosyal kazanımlarla
bezenmiş formel bir işgücü yapısını talep etmemiz lazım. Ben, vatandaşlık
ücreti kavramını, kapitalizm nasılsa bunları bize veremez, kapitalizmden
gerçekçi şeyler isteyelim biraz da patronları çok rahatsız etmeyelim
anlayışının yani sistem içinde tıkanmışlığın bir tezahürü olarak görüyorum ve
sendikal mücadele içinde böyle bir talebin yeri olmaması gerektiğini
düşünüyorum.

Cem Dizdar’ın bir yazısında kullandığı bir tanımlama çok ilginç. Dizdar’a
göre burjuva ideolojisinin en büyük başarısı ekonomiyi şeyleştirmesi. Bu, “Ay
sonunu getiremeyen, kredi kartı borcunu ödeyemeyen Tekel işçilerini bile alttan
geçen borsa bandı ile büyümeye ikna edebiliyor” diyor. Bu tespite katılıyor
musunuz? Sizce haklı mı?

Evet, katılıyorum. Çok güzel bir gözlem. Ben, Cumhuriyet gazetesindeki ilk
yazılarımdan birinde bu “Ayşe Teyze” diye anılan mitin aslında bir finansal
özgürlük, finansal serbestleştirme, demokrasi olarak ve hani sokaktaki bir
insan parasını nereye yatırsına indirgenmiş kötü bir karikatür olduğunu
çizmiştim. Fakat bu, bir karikatürün ötesinde yepyeni bir birikim rejiminin
yansıması olarak karşımızda duruyor. O da şu; küresel kapitalizmin yakın tarihine
baktığımız vakit bu altın çağ denen dönemin 1970’lerin ortasından itibaren
kabaca tıkandığını ve 1980’le birlikte bütün dünyada emeğin kazanımlarının
geriletildiğini, emeğin ücretlerinin geriletildiğini ve emeğin giderek
proleterleştirildiğini görüyoruz. Bu, kalkınmakta olan ülkelerde de böyle,
kapitalizmin metropol ülkesi Amerika, İngiltere, Avrupa Birliği ülkelerinde de
böyle. Bütün dünyada emek gelirleri giderek geriletiliyor ve emek
taşeronlaştırılıyor.

Kapitalizmin mantığı açışından bu gerçeğin kapitalizmin iç çelişkilerini ortaya
çıkaran bir mekanizması var. O da; ücret, işveren açısından bir maliyet elbette
fakat sistemin mantığı açışından aynı zamanda da bir talep unsuru yani
ücretlerin bastırılması kapitalizmin bir sistem olarak kendine talep
yaratamaması, kendini üretememesi, üretilen malların satılamaması sonucunu
doğuruyor. Bu piyasa sisteminin anarşik karakterinin bir tezahürüdür. Şimdi tam
bu noktada, bir ikinci özelliği ortaya çıkıyor bu kapitalizmin küreselleşme
dalgasının. O da finansallaşma diye adlandırdığımız süreç.

Finansallaşma yani finansal rant oyunlarından sanal, hayali değerler sistemi
üzerinden yaratılan finansal gelirler hem bu sanayi karlarındaki tıkanmayı,
karların düşme eğilimini bir yerde onaran, geçici de olsa finansal rantlar
üzerinden kapitaliste yeni kar olanakları sağlayan kapitalizmin krizini
geciktiren bir olgu olarak ortaya çıkıyor.

Fakat bir ikincisi, kapitalizmin tüketim masasına ücret gelirlerinin düşmesine
rağmen onları borçlandırmayla, kredi kartları borçlarıyla, özel kredi
borçlarıyla, konut kredileri borçlarıyla işte yeni finansal araçlarla onları
finansal sistemin bir müşterisi kılıp, tüketim masasına davet eden bir olanak
olarak karşımıza çıkıyor. Yani “Ayşe Teyze” tasarruf yapamıyor çünkü geliri azalmış
ama tüketim yapabiliyor, borçlanıyor, ileriki nesillere borçlanıyor. Borçlarını
ödeyemediği noktada aile dramları, sosyal dramlar yaşanıyor, elindeki
varlıklara işte bir arsası varsa, bir evciği varsa veya birikmiş nesi varsa
ipotek ediliyor, işsiz kalıyor, sistemin dışına itiliyor. Fakat o olana kadar,
o borçlanma yoluyla kendisine de kapitalist sistem içinde yer edinmesi
sağlanıyor. O bakımdan bu “Ayşe Teyze” mitinin Tekel işçilerine de ağızlarına
çalınan bir parmak bal ile, “kıdem tazminatlarınız yattı, buyurun alın
harcayın, tekrardan kapitalizmin masasına davet edilin, tekrardan yurdun dört
bir köşesine yayılmış olan alış-veriş merkezlerinden siz de nemalanın,
korkmayın, harcayın…” Ben bunu bu cazibeli dünyaya onları bir tüketici olarak
katmanın unsuru olarak değerlendiriyorum.

Emeğe saldırı teknik kavramların ardına gizleniyor
Türkiye’de makro politikalar açışından izlenen yol çerçevesinde şimdi yeni
‘gümüş kurşun’ diye çocuk masallarında adlandırılan klişe kavramlar var.
Bunların arasında hep bildiğimiz kuralsızlaştırma, serbestleştirme,
esnekleştirme gibi kavramlar yanına 2000’li yıllarda bir yenisi ilave edildi.
Bu; enflasyon hedeflemesi. Bir tanesi daha ilave edildi mali disiplin:
“aman mali disiplinden şaşmayın, enflasyon hedeflemesinden şaşmayın.” Şimdi,
bunlar gene iktisat dünyasında son derece teknik, sanki içinde bölüşüme ilişkin
hiçbir özelliği olmayan biraz teknisyenlik unsuru gibi nitelendiriliyor. İşte,
enflasyon herkesin karşı çıktığı kötü, bu kötüye karşı görevlendirilen Merkez
Bankası var, o da Merkez Bankası, görevini yapmalı; bu teknik bir konudur.
Enflasyona ve genel anlamda ekonomide istikrarsızlığa yol açan bütçe açıkları,
bu da bir diğer kötü, o kötü ile mücadele etmek için de Maliye Bakanlığı’nın
bir mali disiplin, bir mali kural çerçevesinde görevlendirilmesi gerekiyor. Bu
da teknik bir meseledir. Dolayısıyla iktisat dünyası içinde genel kabul gören
doğrular olarak ele alınmalıdır, diye önümüze sürülüyor.

Şimdi, enflasyon hedeflemesi ile bakın Merkez Bankası’nın politikası nasıl
çalışıyor. Merkez Bankası önümüzdeki bir yıla ilişkin enflasyon tahminlerini
yayınlıyor, bu tahminler doğrudan doğruya hükümetin memur maaşlarının nasıl bir
seyir izleyeceğine ilişkin resmi verisi olarak algılanıyor. Şimdi bu “teknik
rakam” birden bire ekonomi içinde maaş ve ücretlerin önümüzdeki on iki aylık
dönemde nasıl seyir izleyeceğine ilişkin bir sınırlama halini alabiliyor.
Bunlar emsal olduğu için özel sektörün maaş ve ücretlerinde de belirleyici bir
sınır haline dönüşüyor. Yani, fiyat istikrarı diye hedeflenen olgu aslında
kapitalizmin güncel işleyişi bakımından gerek Türkiye’de gerek bu rejim ile
çalışan ülkelerde ücretlerin sınırlandırılmasına, ücretlerin istikrarına ve
ücretlerin sabitlenmesine yol açan bir mekanizma işlevini görüyor. Daha sonra
da, işte o teknik sözler ardında da fiyat endeksleri, raporlar, para kurulu
raporları, kredibiliteler, efendime söyleyeyim raporlarda geçen teknik
deyimler, merkez bankası enstrümanları, faiz hadleri gibi bir dizi teknik
kavram ve sözcük arasında aslında gerçeğin nihayetinde ücretlerin önümüzdeki
dönem içinde sınırlandırılması olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.

Mali kural da böyle, mali kural içinde aslında bütçe bir bilânçodan ibarete
değildir, bütçe hükümetin önümüzdeki sene boyunca veya şimdi üç senelik bütçe
tahminleri boyunca sosyal harcamaların nerelerde olacağı, sosyal politikaların
nerelerde olacağı ve nasıl olacağı ve bunun nasıl finanse edileceği konusunda
bir yasa metnidir. Yani, ben şu topladığım vergi kadar hizmet götürebilirim
anlayışı bütçe yasa tasarısı içinde yanlış bir kavramdır. Bütçe yasa tasarısı,
“ben gereken bölgelere, gereken sosyal sınıflara, gereken kesimlere sosyal
hizmet götüreceğim ve bu sosyal hizmeti de şu şu kanallardan finanse
edeceğim”in tasarısıdır. Yani, önce siz sosyal hizmete karar verirsiniz daha
sonra bunun finansmanını ortaya koyarsınız. “Hayır, bunu tersten çevirip benim
param şu kadar dolayısıyla bu kadar hizmet yaratacağım” mantığı kamu
ekonomisinin mantığına ters düşen bir olgudur. Bunun iktisadi rasyonaliteye
ters düşmesi olsa olsa bir propagandadan bir söylemden ibarettir. Buradan
kastedilen hükümet veya kamu kesimi kamu hizmeti üretmesin, olanaklarını sadece
ve sadece finansal sistem için kullansın, bunun dışında başka bir kamu hizmeti
üretmesinin bu bir propagandası haline gelecektir. Dolayısıyla, “kamu mali
disiplini, mali kural, enflasyon hedeflemesi birer teknik meseledir, emekçiler
ve sendikalar bununla hiç ilgilenmesin, ilgilense bile bu teknik bir konudur,
tartışılması gerekli değildir” tuzağına bizim düşmememiz gerekir.

Cumhuriyet’teki köşenizde bu konuya değinmiştiniz yakın zamanda. Ve
enflasyon hedeflemesinde emeğin üretkenliğinde ki artışın dikkate alınması
gerektiğini belirten çalışmadan bahsetmiştiniz.

Şimdi, Keynesyen iktisatçılar arasında şu tür çalışmalar da var; enflasyon
hedeflemesine karşı getirilen alternatifler neler olabilir. Gene sadece
enflasyon hedeflemesinin bu sınıfsal iç yüzünü ortaya koymak, kapitalizm içinde
hizmet ettiği kesimleri ortaya dökmek için alternatif stratejiler, alternatif
merkez bankacılığı önerileri masaya konulabilir. Bunlar gerçekçi değildir,
kapitalizm bunları sağlayamaz, gene vatandaşlık ücretinde olduğu gibi, bu benim
problemim değil.

Ben, alternatif bir politika öneriyorum. Bunların arasında bir dizi öneri var.
Diyelim ki bir nihai savunma hattı olarak enflasyon hedeflemesi rejimini kabul
ettiniz. Bir nihai savunma hattı olarak peki; hangi düzeyde enflasyonu
hedefleyelim, yüzde 2 düzeyinde mi, yüzde 12 düzeyinde mi? İkisi de hedef
rakamsal olarak çok düşük enflasyon hedefi; beraberinde her türlü sosyal
hizmeti kısıtlayacak mali disiplin harcamasına ve ücretleri de yüzde 2’lik
artış düzeyine geriletecek bir ücret politikasına ve aşırı daraltıcı bir para
politikasına sınırlıyor. Hâlbuki enflasyon oranını rasgele bir rakam şeklinde
değil, emeğin üretkenliğindeki artışı ücrete yansıtacak şekilde bir politika
ile sonuç verecek bir enflasyon hedeflemesine bir asgari müşterek olarak emekçi
kesim sıcak bakabilir. Teknik olarak bir soru soruluyorsa, bizim de teknik olarak
cevabımız bu olabilir. Ben “bu yapılsın” demiyorum; bu hedeflensin ama asgari
bir müşterekte dahi bu olgunun sınıfsal iç yüzünü ortaya dökecek malzeme olarak
böyle bir alternatif öğe sadece ve sadece kapitalizmi köşeye sıkıştırmak, onun
bu bölüşüm yönlü tasarımlarını emekçi halka göstermek için kullanılabilecek bir
yöntem olarak düşünüyorum.

Bunun dışında alternatif öneriler de var, sadece enflasyon değil döviz kuru
rejimine ilişkin başka alternatif öneriler de var, bunlar hepsi “sistem için”
öğeler fakat sistemin içinde gerçekleşmesinin kapitalizmin olanaklarının
dışında olduğunu bile bile, dolayısıyla emekçilerin dikkatini sistemin
işleyişine yöneltmek için seçilmiş, kullanılmış olan alternatif politika
malzemeleri.

3 Mayıs 2010, Ankara
Röportaj: Engin Duran

 

İLETİŞİM: SES – Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Çankaya, Kızılay, Necatibey Cad. No:82 D: 4, 06420 Ankara Telefon: (0312) 232 61 22 e-Posta: [email protected]