Sendikamızın hazırlamış olduğu rapor ektedir.

İnsan Hakları Bağlamında Sağlık Hakkı Raporu

Giriş: 

Sağlık Hakkı, uluslararası sözleşmeler ve anayasanın ilgili maddeleriyle herkes adına tanımlanan ve yaşama hakkı çerçevesinde her türlü sağlık hizmetinden etkin bir şekilde yararlanmayı gerektiren doğal bir haktır. Ancak ülkemizde sağlık adına uygulamaya konulan politikalar her geçen gün halk sağlığını daha çok tehdit etmektedir. Neoliberal ideolojiden beslenen bu politikalar ülkemizde olduğu gibi pek çok üçüncü dünya ülkesinde de IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası finans kurumları aracılığı ile gerçekleştirilmektedir. Yaşanan ağır ekonomik krizlerin ardından IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan yapısal uyum programının gereklerinden biri de sosyal güvenlik reformudur. Uyum programının eksiksiz uygulanması AB tarafından da üyeliğin ön koşullarından biri olarak Katılım Ortaklığı Belgesi’nde işaret edilmiştir (DPT,2000;KOB,2005). Bu kurumların sağlıkta yarattıkları yıkım, ülkemizde sayısı milyonlarla ifade edilen işçilerin, emekçilerin ve yoksulların temel insan hakkı olan sağlık hakkına saldırı anlamına gelmektedir.

 

 I)Yasal Çerçeve

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde ve Dünya Sağlık Örgütü Kuruluş Bildirgesi’nde sağlık politikası "Irk, din, politik inanç ve ekonomik güç ayrıcalığı olmaksızın herkesin olabilen en yüksek düzeyde sağlık hizmetinden yararlanma hakkı" olarak  tanımlanmıştır. Bu belgede sağlık   "Yalnız hastalık ya da sakatlığın bulunmayışı değil, bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik hali" şeklinde  ifade edilmiştir.

Ülkemizde 3/12/2003 tarihli ve 5013 sayılı Kanun’la onaylanması uygun bulunan "Biyolojik Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi’ni imzalayan, devletler; 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini; 4 Kasım 1950 tarihli İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesini; 18 Ekim 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı'nı; 16 Aralık 1966 tarihli Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesini ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesini; 28 Ocak 1981 tarihli Kişisel Verilerin Otomatik İşlenmesine Karşı Bireylerin Korunması Sözleşmesi'ni; 20 Kasım 1989 tarihli Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni göz önünde bulundurarak, Sözleşme hükümlerinin yürürlüğe sokulması bakımından kendi iç hukuklarında gerekli tedbirleri almayı taahhüt etmişlerdir. 

Bu sözleşmenin “İnsanın önceliği” başlıklı 2. maddesinde;  ‘İnsanın menfaatleri ve refahı, bilim veya toplumun menfaatlerinin üstünde tutulacaktır’, denildikten sonra,  3. maddesinde; Taraflar, sağlığa duyulan ihtiyaçları ve kullanılabilir kaynakları göz önüne alarak, kendi egemenlik alanlarında, uygun nitelikteki sağlık hizmetlerinden adil bir şekilde yararlanılmasını sağlayacak uygun önlemleri alacakları’ kabul edilmiştir.

Yine aynı şekilde 2002 yılında Avrupa Birliği’nin, Hasta Haklarına İlişkin Avrupa Statüsü Roma Belgesi’nde, hastalıklardan korunmak için koruyucu önlemlerin alınması hakkı ve hiçbir ayırıma tabi tutulmaksızın sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı yer almaktadır. Yani sağlık sistemi hastalıklardan korunmak için gerekli önlemlerin alınması ve hasta olunca da herkese yeterli derecede sağlık hizmeti sunumunu sağlamalıdır.  

Anayasa kişilerin sosyal güvenlik hakkını 60’ıncı maddesinde  tanımıştır: “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. Anayasada sağlık hakkı 2, 17 ve 56’nci maddelerde düzenlemiştir. 56. maddeye göre, “herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.


 

 II)Neoliberal “Sağlıkta Dönüşüm” Programı ve Sağlık Hakkı 


Ancak yukarıda anılan uluslar arası metinlere ve anayasaya rağmen neoliberal müdahalelerle üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda olduğu gibi Türkiye’de de sağlık hizmetleri “reform” ve “dönüşüm” adı altında özelleştirilmekte, ticarileştirilmekte ve sağlık alanı bir rant alanı haline getirilmek istenmektedir. Sağlık sektöründe neoliberal reform ve dönüşüm, sağlık ve sosyal harcamaların kısılması, emek ve finans piyasalarının deregüle edilmesi, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, kamu tarafından fon ayrılan sağlık hizmetlerinin ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Hastalar “müşteri” konumuna getirilmekte ve sağlık hizmetlerinin kamusal finansmanı yerine özel rekabet ve piyasa güçlerine dayanan bir finansman biçimi getirilmeye çalışılmaktadır.  

Bu neoliberal müdahaleler sonucu sağlık hizmetlerinden faydalanma ve yaşama hakkı insanlık onuruna yakışmayacak şekilde engellenmekte ve uluslar arası anlaşmalarla anayasaya aykırı biçimde ihlal edilmektedir. Sağlık ve sosyal güvenlik alanında var olan eşitsizlik ve ihlaller neoliberal “Sağlıkta Dönüşüm” programı ile daha da büyütülmektedir.

 

 “Sağlıkta Dönüşüm Programı” olarak kamuoyuna lanse edilen program hem sağlık hizmeti verenler hem de sağlık hizmetlerinden faydalananlar açısından tam bir yıkım programıdır. Programda iki temel üzerine oturtulan “Dönüşüm” olgusu şimdiye kadar büyük oranda merkezden ve kamu eliyle yürütülen sağlık hizmetlerinin tasfiyesi ve özel sektöre devredilmesine dayandırılmaktadır. Bu amaçla kamusal sağlık hizmeti veren kurumlarda uzun süreden beri yatırımlar durdurulmuş ve personel açığı bilerek kapatılmamıştır. Kamuoyunda bu yolla yaratılan hoşnutsuzluk “Sağlıkta Dönüşüm” programının kitlelerce benimsenmesi için kullanılmaktadır.


 

 II.1)Sağlık Hizmeti Sunanlar Açısından “Sağlıkta Dönüşüm”: 

 

“Sağlıkta Dönüşüm Programı” temel sağlık felsefesini terk ederek, toplumun sağlığını hiçe sayarak kâr hırsına ve rekabete dayalı işletmeler biçiminde sağlık hizmetini yeniden düzenlemeye çalışmaktadır. Böylece, sağlık hizmeti verenler açısından ekip anlayışı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bununla birlikte ücretlerin düşürülmesi ve bordro esaslı ücretlendirme yerine performansa dayalı bir sisteme geçilmesi söz konusudur.

 

Programla ayrıca sağlık emekçilerinin istihdam süreleri ve koşullarında piyasaya tam bağımlılık çerçevesinde iş güvenceli çalışma yerine esnek istihdam ve sözleşmeli çalışma esas alınarak sağlık emekçilerinin sosyal ve özlük hakları eritilmeye çalışılmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın 2007 Yılı Programında “işgücü piyasasında esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasının özel önemi olduğundan bahsedilerek işgücü piyasasında esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasının önündeki mevcut yasal engellerin kaldırılması ve bu çalışma biçimlerinin teşvik edilmesinden bahsedilmektedir. Bu programla hükümet hem sağlık hakkına saldırmakta hem de çalışma koşullarını insanlıktan uzak müdahalelerle düzenlemeye kalkışmaktadır.


 

  II.2)Sağlık Hizmeti Alanlar Açısından “Sağlıkta Dönüşüm”:

 

Sağlık hizmeti alanlar için de tablo oldukça kötüdür. “Sağlıkta Dönüşüm” programı ile vergilerle finanse edilmesi gereken sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin, sigorta ve cepten ödemelerle finanse edilmesi hedeflenmektedir. Emekçiler için zaten oldukça ağır olan vergilendirme sistemine ek olarak sağlık ve sosyal güvenlik için ekstradan prim ödemeye dayanan bu sistem var olan yükü ağırlaştırmakta ve eşitsizlikleri arttırmaktadır.

Yeni yılda yürürlüğe girecek olan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası ile asgari ücretin üçte biri olan  126 YTL'lik geliri olan 18 yaşından büyük herkes, gelirinin en az 64 YTL'sini prim olarak ödeyecek. Ebeveyni üzerinden sağlık hizmeti alanlar, lise veya dengi okulda eğitime devam ettikleri takdirde 20 yaşına kadar, yükseköğrenime devam ettiklerinde ise 25 yaşına kadar bu haklarından yararlanabilecek. 25 yaşından büyük herkes anne-babasının vesayeti altından çıkmış kabul edilerek, kendi primini yatırmadığı sürece Sosyal Güvenlik Kurumu'na dahil olamayacak. Yasayla birlikte paralı hale getirilen sağlık hizmetlerinde, çalışanlardan tedavi giderleri için katkı payı alınması, profesör ve doçent doktorlar tarafından tedavi edilmek isteyenlerin ekstra ödeme yapması öngörülüyor.


II.2.1) Özürlüler: 

 

IMF ve Dünya Bankası patentli Genel Sağlık Sigortası getirmeye çalıştığı sosyal güvenlik ve sağlıkta prim sistemi ile özürlülerin de büyük bir bölümünün sağlık hizmetlerinden faydalanma hakkını gasp etmeyi amaçlamaktadır. Özürlüler İdaresi Başkanlığı ve Devlet İstatistik Enstitüsü(DİE)’nin 2003 yılında açıkladıkları ortak rapora göre özürlülerin yaklaşık %40’ının sosyal güvenliği yoktur.


 

 Sosyal Güvenlik durumuna göre özürlüler :

 

toplam özürlü nüfus içinde( %)

toplam özürlü erkek nüfus içinde( %)

toplam özürlü kadın nüfus içinde(%)

Sosyal güvenliği olan

60,28 

57,58

62,49

Sosyal güvenliği olmayan 

39,72

42,42

37,51


TÜBİTAK Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma Grubu’nun 2002’de yaptığı Türkiye Özürlüler Araştırması’nın 2006 İkincil Analiz raporuna göre de özürlülerin neredeyse yarısı engelliliği ile ilgili herhangi bir sağlık hizmeti alamamaktadır. 

II.2.2)Kayıt Dışı Çalıştırılanlar: 

 

“Sağlıkta Dönüşüm” programının önemli açmazlarından biri de kayıt dışı çalıştırılanlardır. Ülkemizde kayıt dışı çalışma biçimleri giderek yaygınlaşmaktadır. Devlet İstatistik Enstitüsü 2003 Yılı Hane halkı işgücü anketine göre, SSK’lı işçi olarak çalışması gereken 3 milyon 224 bin kişi, Bağ-Kur’lu olması gereken 3 milyon 675 bin kişi ve ücretsiz aile işçisi sayılan 3 milyon 836 bin kişi olmak üzere toplam 10 milyon 735 bin kişi kayıt dışıdır. Ve kayıt dışı nüfus toplam işgücünün  %52’sini meydana getirmektedir. Sayıları giderek artan bu insanlar kayıtlı çalıştırılmadıkları için prim ödeyemeyeceklerinden doğrudan GSS kapsamı dışında kalacaklardır. Türkiye’de 22 milyon 838 bin çalışandan sadece 11 milyon 168 bini SKK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’na kayıtlı bulunmaktadır. Geriye kalan 11 milyon 670 bin kişinin ise herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kaydı bulunmamaktadır.

 

Türkiye’deki yüksek işsizlik seviyesi de kayıt dışı çalışmayı arttırmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı Dokuzuncu Kalkınma Programı (2007-2013)  2007 Planına göre 2000-2005 yıllarını kapsayan dönemde Türkiye’de yaratılan istihdam, çalışma çağı nüfusu ve işgücü artışının gerisinde kalmıştır. 2000 yılında % 6.5 olan işsizlik oranı 2005 yılında %10.3 seviyesine yükselirken tarım dışı işsizlik oranı 2000 yılında %9.4’ten 2005 yılında %13.6’ya ulaşmıştır. Bu verilere göre her yıl artan oranda insanımız işsizlik yüzünden, işçilere dair her türlü hakkın gasp edildiği kayıt dışı çalışma koşullarını seçmek zorunda bırakılmakta ve kayıt dışı çalıştığı için de sağlık ve sosyal güvenlik imkanlarından yararlanamamaktadır.

 

Prim ödemelerini GSS de belirtilen düzenlemeye uygun ve zamanında yapamayan sigortalılar ile bu kişilerin bakmakla yükümlü olduğu kişiler, ödenmemiş primler ödeninceye kadar GSS'nın sağlık hizmetlerinden, acil durumlar dışında yararlanamayacaktır. Bağ-Kur'da kaydı bulunan ancak primini ödeyemediği için sağlık hizmeti alma hakkını kaybetmiş olan yaklaşık 8 milyon kişi vardır. Ayrıca SSK'lıların da yüzde 20'si primleri işveren tarafından ödenmediğinden,  GSS’nin dışladığı diğer bir toplumsal kesimi oluşturmaktadır.


 

III)Aile Hekimliği Sisteminde Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri:

 

Ülkemizde zaten ağır aksak yürütülen birinci basamak sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi yerine “Sağlıkta Dönüşüm” programı ile bu hizmetler paran kadar sağlık hizmeti anlayışına göre düzenlenmiştir. Dünya Bankası 2004 Türkiye Raporuna göre aile hekimliği sağlıkta özelleştirme uygulamasının en önemli adımlarındandır. Bu düzenlemeden özellikle birinci basamak sağlık hizmeti kapsamında olan aşılama hizmetleri oldukça kötü etkilenecektir.

Aile Hekimliği uygulaması ile bir rant alanına dönüştürülen birinci basamak sağlık hizmetinde aile hekimlerinin ağır iş yükü altında aşılama hizmetlerine yeterince vakit ayıramamaları söz konusudur. Pratisyen Hekimlik Derneği “Düzce Modeli Birinci Yıl Sonu Değerlendirme Raporu’na göre Aile Hekimliği pilot bölge uygulaması yapılan Düzce’de hekimler uygulama sonrası bakılan hasta sayısının 2-3 kat arttığını belirtmişlerdir.(sayfa:9) Burada bebek ve çocuk izlemleri ile aşılamalara ilişkin veriler planlı bir izlem yapılmadığının işaretidir. (a.g.e.: 28)


 

“Birinci basamak sağlık hizmet sunumu biçimi olarak Düzce modelinde;

dezavantajlıların aleyhine olmak üzere toplumsal eşitlik bozulmuş,

-sağlık hizmeti sağlık merkezine gelebilenlere verilen tedavi hizmetine dönüşmüş,

-çevreyle bütünlük parçalanmış, yaşamın bütünlüğünü gözeten hizmet yaklaşımı sistematik olmaktan çıkarılmış,

-toplumsal etmenlerin sağlıklılık ve sağlık hizmetlerini etkileme boyutu görmezden gelinmiş,

-korumaya değil tedaviye, risk gruplarına değil başvurana öncelik verilmiş,

-ekip hizmeti yerine hekimin başat olduğu ikili çalışan kurgulanmış,

-halkın katılımı mekanizmaları ortadan kaldırılmıştır.”(a.g.e:31)

Çocukların aşıyla önlenebilen altı hastalığa karşı (tüberküloz, difteri, boğmaca, tetanoz, çocuk felci, ve kızamık) aşılanma oranları ürkütücüdür. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün 2003 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’na göre;

 

-12 aylıkken tamamen aşılanmış çocukların oranı yüzde 48’dir. Aşıları tamamlanmış çocukların yüzdesi kırsal alanlarda ve Doğu Anadolu Bölgesinde çok daha düşüktür.

 

-12-23 aylık çocukların sadece yüzde 54’üne tavsiye edilen sekiz aşının tamamı yapılmıştır.

 

Sağlık Bakanlığı, 2007-2009 yılları için 5'li kombinasyon aşıların alımıyla ilgili 210 milyon dolar tutarında ihale yapıyor. Bakanlık ilk kez birer yıllık ihaleler yerine 3 yıllık toplu alım yapıyor. Beşli kombine aşı ihalesi Difteri-Asellüler Boğmaca-Tetanoz-İnaktif (injektabl) Polio (Tip 1,2,3)-Haemophilus Influenza Tip B (HİB) aşılarını kapsıyor. İhalenin üç yıllık toplam tutarının 210 milyon dolar, yıllık tutarının da 70 milyon dolar olması bekleniyor. Ancak bakanlık zorunlu aşı takvimindeki bütün aşılar için yılda yaklaşık 20 milyon dolar harcama yapıyor. Sağlık Bakanlığı bu ihaleyle toplam aşılama harcamasının 3 katından fazlasını tek başına beşli kombine aşılar için yapmayı planlıyor. Oysa sadece 1 yıllık beşli kombinasyon aşılarının tutarı olan 70 milyon dolarlık harcama ile yüksek teknolojik standartlarda tüm bakteri ve virüs aşılarını üretecek yatırımlar gerçekleştirilebilir.

Neoliberal Aile hekimliğinin yukarıda bahsedilen tabloyu daha da korkunçlaştıracağından hareketle az gelişmiş ülkeler için daha gerçekçi bir model olan sağlık ocağı modeli gerekli iyileştirmelerle uygulanmalı ve uluslar arası ilaç tekellerine bağımlılık engellenmelidir. Böylece sağlık alanında gerçekleşen ihlallere daha gerçekçi müdahalelerde bulunmak mümkün olabilecektir.

Temel sağlık istatistikleri açısından da oldukça kötü durumda bulunan sağlık sisteminde “Sağlıkta Dönüşüm” programı ile birlikte kitlesel ölümlerin kapısı aralanmakta ve toplumsal doku yaralanmaktadır. Temel sağlık istatistikleri AB istatistikleri ile karşılaştırıldığında ise durumun vahameti daha çok ortaya çıkmaktadır:


 

Temel Sağlık Göstergeleri

 

2004

2005

2006(1)

AB(2)

Nüfus artış hızı(binde)

12.9 12.6 12.4 3.1

Bebek ölüm hızı (binde)

24.6 23.6 22.6 4.8

Toplam doğurganlık oranı

2.21 2.19 2.18 1.47

Doğuşta hayatta kalma ümidi(yıl)

71.1 71.3 71.5 78.5

Kamu sağlık harcamalarının GSYİH içindeki payı (%)

5.1 5.2 5.3 6.7

Kaynak: DPT, DSÖ

(1)DPT tahminidir.

(2)AB-25ülkelerine ait olup, verisi bulunan en yakın yıl verilmiştir.

 

Sağlık Bakanlığınca AB desteğinde yaptırılan ve Almanya’dan ICON-INSTITUT Public Sector GmbH, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Danışmanlık firması BNB’den oluşan bir konsorsiyum tarafından yürütülen Ulusal Anne Ölümleri Çalışmasının sonuçlarına göre, ülke genelinde gebeliğe bağlı ölüm oranı 100 bin canlı doğumda 38.3 oranında. Bu oran kentlerde 28.2, kırsal kesimde ise 53.7 seviyesinde bulunuyor. Anne ölümlerinin yüzde 28.3’ü birinci basamak yaklaşık yüzde 32’si ikinci basamak sağlık kuruluşlarında, yüzde 21’i evde, yüzde 10’u sağlık kuruluşuna giderken veya sevk edilirken yolda, yüzde 7.8’i evi dışında kaza sırasında meydana geliyor. Gebeliğe bağlı nedenlerden dolayı ölen kadınların yaklaşık yüzde 48’inin gebeliği istemediği veya ileri bir tarihe ertelemek istediği, ancak kadınların yüzde 78’inin ölümüne yol açan gebeliği önleyici herhangi bir yöntem kullanmadığı belirlendi. Bunların yüzde 21’inin doğum öncesi hiç bakım almadığı, tıp personeli yerine ara ebesi, komşu veya akraba gibi kişilerden doğum öncesi bakım alanların payının ise sadece yüzde 2 olduğu saptandı.
 

Doğum öncesi bakım açısından kötü bir durumda olan ülkemizde, 1 Ocak 2008 tarihinde yürürlüğe girecek olan Genel Sağlık Sigortası yasasında yapılan değişiklikle 1062 YTL olan emzirme yardımı 330 YTL'ye indirildi. Böylelikle annelerin doğum sonrası bakımına bir darbe daha vurulmuş oldu.

IV) Yıpratılan Sağlık ve Sosyal Güvenlik Sistemi:

1980li yıllarda kayıt dışı kesimin giderek büyümesi, prim alacaklarının tahsil edilememesi ve toplanan primlerle oluşan havuzdan kaynakların ucuz krediler şeklinde sermayeye aktarılması ile birlikte sosyal güvenlik kuruluşlarının finansman dengesi bozulmuştur. 2000li yıllarda ise bozulan dengeyi gidermek için devlet bütçesinden yapılan transferler sosyal güvenlik reformunun alt yapısını hazırlayacak biçimde propaganda amaçlı kullanılmıştır. Bu katkının devlete olan yükü sürekli gündemde tutulmuş ve yükün engelenmesinin tek yolunun sosyal güvenlik sisteminin piyasa koşullarına göre düzenlenmesi olduğu belirtilmiştir. Bu tespitin yapılması için var gücüyle çalışan TÜSİAD sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin nasıl piyasalaştırılacağına dair pek çok rapor yayınlamıştır. TÜSİAD’ın önerdiği Şili modelinde özel şirketler tarafından işletilen emeklilik fonları yüzünden çok sayda insan mağdur edilmiştir.

“Sağlıkta Dönüşüm” ile asıl olarak hedeflenen sağlığın kamusal niteliğinin eritilmesi olduğundan yıllardır bu amaca yönelik müdahaleler gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla SSK hastanelerinin devri ve eczanelerinin kapatılması da Genel Sağlık Sigortası kapsamında ele alınmalıdır. Bu uygulamalar ile birlikte halkımızın nitelikli ve ucuz sağlık hizmetinden faydalanma imkânına zarar verilmiş ve sağlık hakkı gasp edilmiştir.

SSK ilaç alım ve üretim modeli ile SSK bünyesindeki milyonlarca hastaya ucuz ilaç sağlamak mümkünken Kamu İlaç Alımı Protokolü’nün imzalanmasıyla SSK’lılar serbest eczanelere yönlendirildi. Dolayısıyla SSK’nın toplu alımlarla elde ettiği indirim olanaklarından, yoksul halk pahasına vazgeçildi. SSK ihale ile toplu alım yaparak ilaçları perakende satış fiyatları üzerinden değil imalatçı/ithalatçı fiyatı üzerinden yapılan indirimlerle alıyordu. Ayrıca ilaçların bir bölümünü de kendisi üretiyordu.

Türkiye’de toplam sağlık harcamalarının yarıya yakınını ilaç harcamaları oluşturuyor. Protokol uygulamaya konduğu tarihten itibaren ilaç harcamalarında baş döndürücü artışlar gerçekleştirildi ve 2006 yılı SSK sağlık harcamaları üç kat artarak kurum iflasın eşiğine getirildi. SSK'nin son verilerine göre 2004'te 6.6 katrilyon lira olan toplam sağlık harcaması, SSK’nın tasfiyesinin ardından 2006'da 5 katrilyon liralık (yüzde 70) artışla 11.5 katrilyon liraya yükselmektedir. Bu artışın büyük bir bölümü ise 2004'te 2.6 katrilyon lira olan ilaç harcamalarının 2006'da 2 katın üzerinde artışla 5.5 katrilyon liraya çıkması nedeniyle meydana gelmektedir.

Protokol aynı zamanda küçük ölçekli depoları ve eczaneleri de ağır borç yüküyle karşı karşıya getirerek özellikle yeşil kartlıların ilaç alımını zorlaştırdı. Maliye Bakanlığı tarafından ödemeleri geç yapılan yeşil kart reçeteleri yüzünden pek çok vatandaşımız ve eczane sahibi mağdur durumdadır. Hatta bazı eczaneler yeşil kart reçetelerine ilaç vermeme yoluna gitmektedir.

V) Yeni Vergiler: 


 

İlaçta ve genel olarak sağlıkta neoliberal saldırının faturası katkı payları konulması ve özellikle dolaylı vergilerin arttırılması yoluyla vatandaşlara ödetilmektedir. Bu müdahalelerin nasıl gerçekleştirildiği bütçeden de izlenebilir.

  

Yıllar. bütçede dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki oranı ( %) bütçede dolaysız vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki oranı  (%)
1980 37 63
1990 48 52
1999 55 45
2000 60 40
2002 66 31
2003 67 33
2004 71 29
2005  73 27

Kaynak: Maliye Bakanlığı  

2007 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi'ne göre, hükümet gelir hedeflerini yakalayabilmek için vergi adaletsizliğini arttıran dolaylı vergilere yüklenmeye devam edecek. Dolaylı vergiler gelirden bağımsız olarak alındıkları için gelir dağılımındaki adaletsizlikleri katmerleştirici etkileri olmaktadır. Vergi adaleti, dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerindeki payı minimum düzeye çekilebildiğinde sağlanabilmektedir. Ancak ülkemizde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı gün geçtikçe arttırılmaktadır. Bu oran AB ülkelerinde %35 civarındadır.

Maliye Bakanlığı verilerinden yapılan belirlemelere göre, ocak-ekim döneminde tahsil edilen 112.5 milyar YTL’lik verginin 33.8 milyar YTL’sini dolaysız, 78.6 milyar YTL’sini de dolaylı vergiler oluşturdu.


 

VI) Kaynaklar Sağlığa Değil Faiz Ödemelerine Aktarılıyor: 

 

Başta Kamu Yönetimi Reformu olmak üzere sağlıkta neo-liberal reform programının temel gerekçesi olarak hükümet tarafından ileri sürülen sosyal güvenlik kuruluşlarının bütçeye  yükü, faiz ödemeleri ile kıyaslandığında oldukça düşük seviyededir. Bütçeden sosyal güvenliğe son on yılda bütçeden aktarılan kaynakların toplamı 60 milyar YTL iken faiz ödemelerine ayrılan kaynak ise 252 milyar YTL’dir.


 

Sosyal Güvenlik Katkıları ve Faiz Ödemeleri 1994–2004 (YTL)

Sosyal Güvenlik Katkıları Faiz ödemeleri
Yıl Miktar Milli Gelire Oranı Bütçeye Oranı Miktar Milli Gelire Oranı Bütçeye Oranı

1994

40.580.000

1,0%

4,5%

298.285.000

7,7%

33,2%

1995

108.200.000

1,4%

6,3%

576.115.000

7,3%

33,7%

1996

335.300.000

2,2%

8,5%

1.497.401.000

10,0%

38,0%

1997

760.000.000

2,6%

9,5%

2.277.917.000

7,7%

28,5%

1998

1.400.000.000

2,6%

9,0%

6.176.595.000

11,5%

39,6%

1999

2.750.000.000

3,5%

9,8%

10.720.840.000

13,7%

38,2%

2000

3.225.685.000

2,6%

6,9%

20.439.862.000

16,3%

43,9%

2001

5.112.000.000

2,9%

6,4%

41.064.609.000

23,3%

51,1%

2002

11.205.000.000

4,1%

9,7%

51.870.659.000

18,9%

44,8%

2003

15.922.000.000

4,5%

11,3%

58.609.163.000

16,4%

41,7%

2004

19.300.000.000

4,5%

13,8%

58.488.490.000

13,6%

41,7%

Toplam/

Ortalama

60.158.765.000

3,9%

10,3%

252.019.936.000

16,3%

43,3%

               

Kaynak: Hazine, DPT ve Maliye Bakanlığı

  

Ülkemizde devlet toplumsal yükümlülüklerinden tümüyle vazgeçme hazırlıkları yaparken AB ülkelerinde devletin sosyal güvenliğe nitelikli katkısı giderek artmaktadır. Ağırlık emekçilerin üzerinde olmakla birlikte vergilerle finanse edilen bütçeden sosyal güvenliğe pay ayrılması AKP hükümetinin yaptığı gibi şikâyet konusu değil sosyal devlet olmanın gereklerindendir. Sağlık ve sosyal güvenlik reformu ile halkın sistemin finansmanına katkısı zorunlu kılınmakta ve paran kadar sağlık anlayışı getirilmektedir. 


 

VII)İlaç Tekelleri:

 

Yoksullukla mücadele etmek amacıyla kurulan bir kurum olan Oxfam 2001 yılından beri gelişmekte olan ülkelerin durumunun giderek kötüleşmekte olduğunu belirtiyor. 2005 yılında HIV virüsü taşıyan insanların sayısı 4 milyon arttı ve diyabetlilerin sayısı 20 yılda 210 milyondan 230 milyona sıçradı. Kanser, gelişmekte olan ülkelerde giderek daha büyük bir sorun teşkil etmekte ve yeni hastalıkların %60’ını oluşturmaktadır. Bu kötü tabloya rağmen Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre AIDS ilaçlarının %74’ü tekeller tarafından satılmaktadır ve Afrika’daki AIDSlilerin %77’si AIDS tedavisi görememekte ve dünya çapında AIDSlilerin %30’u temel tedavi ilaçlarına ulaşamamaktadır.

Türkiye’de toplam sağlık harcamalarının yarıya yakınını ilaç harcamaları oluşturuyor. Oysa gelişmiş ülkelerde ilaç harcamaları sağlık harcamalarının yüzde 10-18 ‘ini oluşturuyor. Uluslararası ilaç şirketleri Türkiye’deki ilaç pazarının yüzde 60’ından fazlasını elinde bulundurduğundan 70 milyonun sağlığını ilgilendiren kararlar çoğunlukla bu tekeller tarafından kontrol edilmektedir. Bunun faturasını da yoksul halkımız hayatıyla ödemektedir.

 

1.5 yaşındaki Kaan Demirci, 7 aylık Şahin Amaç ve 19 yaşındaki Rukiye Elmacı İmmunglobülin (IVIG) ilacı bulunamadığından yaşamını kaybetti..Daha önce kan ve kan ürünlerini kapsayan bu tür ilaçlar, Hıfzısıhha Enstitüsü ve Kızılay tarafından ithal edilmekteydi. Hükümetin uyguladığı ‘Sağlıkta Dönüşüm’ programı başlatıldıktan sonra bu ilaçların ithali özel sektöre (3 özel firmaya) bırakılmıştır. Bu uygulama başlatılmadan önce bu tür sıkıntılar yaşanmamakta iken, ilacın ithalatının özel sektöre bırakılması ile birlikte finansal dalgalanmalar karşısında kârlılığın düşürülmemesi amacıyla yeterli ilaç piyasada bulun(durul)mamaktadır. Eczanelerde bulunmayan bu ilaçların ilaç sıkıntısı yaşanırken daha yüksek fiyatlarla karaborsada satılması oldukça düşündürücüdür.  Bursa’da Şahin Amaç’ın ölümünden sonra aynı ilacın karaborsada 5 katı fiyatla satılması ve yeterli sayıda ortaya çıkması, halkın sağlığının üzerinden kimlerin rant elde ettiği sorusunu önemli bir soru haline getirmektedir.

 

ATO’nun İlaçtaki Ur:Dışa Bağımlılık adlı raporuna göre, 2003 yılında Türkiye’nin ilaç harcaması üretici fiyatlarıyla 4.3 milyar dolar, tüketici fiyatlarıyla ise (perakende/eczane satış) 6 milyar dolar olarak gerçekleşti. Türkiye ilaç pazarı, dünyada en hızlı büyüyen ikinci ilaç pazarı oldu.

 

Türkiye’de giderek büyüyen sağlık harcamaları medikal tekellerin iştahını kabartmaktadır. 2001 yılında “Beyaz Önlük”, 2003 de “Neşter operasyonu, 2004 de Roche firmasına ve 2005 yılında ise fahiş fiyatlarla ilaç satışı gerçekleştirdikleri için 29 ilaç firmasına yönelik çeşitli operasyonlar gerçekleştirildi. Ayrıca SSK Okmeydanı Hastanesi’nin özelleştirilmesi sırasında bilgi işlem merkezi ihalesinde 4 kişi yaralandı.


 

 2005 yılında Dünyanın en büyük 10 çok uluslu şirketinin satışları ve pazar payları 

Firma ismi Ciro (Milyar dolar) Pazar payı Büyüme oranı
Pfizer-ABD  47,4 % 8,4 % 7,4
GlaxoSmithKline-İngiltere  34,7 % 6,1 % 4,8
Sanofi Aventis-Fransa  30,0 % 5,3 % 8,3
Novartis-İsviçre 28,5 % 5,0 % 10,9
Johnsons&Johnsons-ABD 25,3 % 4,5 % 0,2
Astra Zeneca- İngiltere 24,0 % 4,3 % 9,0
Merck&Co– ABD 23,5 % 4,2 % 2,7
Roche –İsviçre 19,8 % 3,5 % 16,3
Abott– ABD 15,7 % 2,8 % 8,4
Bristol-Myers-Squibb -ABD 14,7 % 2,6 % 6,5


Neoliberal sağlık reformunu savunanlara göre bu piyasa hükümetlerin inisiyatif alanı olmaktan çıkartılarak daha çok kâr anlayışı çerçevesinde uluslararası tekellere devredilmelidir. İlaç piyasası tekellerin kontrolüne bırakıldığında bunun toplumsal faturası da oldukça ağır olmaktadır. Jenerik ilaç üretimi yapılarak AIDS hastalığından 14 milyon insanın ölmesi engellenebilir durumda olmasına rağmen ilaç tekelleri jenerik ilaç üretimine engel olmaya var güçleri ile devam etmekte ve bu hastalık yüzünden her gün insanlar ölmektedir.

Sonuç:


 

IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği gibi uluslar arası finans kurumları ve bölgesel bloklar kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesi için küresel çapta faaliyetler sürdürmektedirler. Bu küresel kurumların dayatmaları halkın değil yerel ve küresel sermaye gruplarının çıkarlarına uygundur.

 

Sağlık ile ilgili değişimlerin, sağlığın bir hak olduğu ve bu hakkın da kamusal bir anlayışla karşılanması gerekliliği üzerinden yapılmadığı takdirde yaratacağı toplumsal tahribat ortadadır. Genel Sağlık Sigortası, Anayasa ve uluslar arası sözleşmeler çerçevesinde sağlanan sağlık haklarını gasp etmekte, kamusal sağlık hizmeti sağlanması yerine de prim ödemelerinin miktarına ve sürekliliğine bağlı olarak sınırlanmış sağlık hizmeti verilmesini getirmektedir. Tüm bunlara ek olarak da katılım payıyla pek çok insanı daha fazla mağdur etmektedir. Yeterli kaynak ayrıldığı takdirde ülkemizde üretilebilecek olan bazı temel sağlık hizmetlerinin uluslar arası şirketlerden alınmaya başlaması ile birlikte sağlık hizmetlerinin erişilemezliği artmakta ve bu yolla hizmetler daha pahalı hale getirilmektedir.

 Temel insanlık hakkı olan sağlık hakkı kamusal bir anlayışla yeniden düzenlenmeli ve sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılmasından kaynaklı olarak artan sağlıkta hak ihlalleri durdurulmalıdır. 

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası

 

KASIM,2006 

İLETİŞİM: SES – Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Çankaya, Kızılay, Necatibey Cad. No:82 D: 4, 06420 Ankara Telefon: (0312) 232 61 22 e-Posta: [email protected]

×