SES 8. Dönem 5. MTK Eş Genel Başkanımız İbrahim Kara’nın açılış konuşmasıyla başladı. konuşma metni aşağıdadır:

8.Dönem 5. Merkez Temsilciler Kurulunu Merkez Yönetim Kurulu adına saygı ile sevgi ile selamlıyorum.

Konuşmama öncelikle 10 Ekim Ankara Barış Şehitlerimizi, Eyüp ve Şeyhmus’u anarak başlamak istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük katliamının üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. 7 Haziran seçimlerinde sandıktan çıkan sonuçların beklentilerine yanıt vermemesi sonucunda tek başına iktidar hayalleri yıkılan saray ve AKP, ülkemizde gerilimi arttıran, kutuplaşmayı derinleştiren ve çatışmayı süreklileştiren bir politikayı hayata geçirmiştir. Bu tutuma karşı emek, barış ve demokrasi için düzenlemek istediğimiz miting daha başlamadan kanlı bir saldırıyla engellenmiştir.

10 Ekim’de ülkemizin dört bir yanından hareket eden on binlerce barış güvercini Ankara Tren Garı önündeki başlama noktasında halklarımızın talebi ve özlemi olan barışın sesini yükseltmek ve balonlarımızı gökyüzüne uçurmak için bir araya geldiğinde, yani saat tam 10.04’de art arda iki patlamayla 100 kardeşimiz, arkadaşımız, annemiz, babamız, evladımız 100 yoldaşımız şehit oldu. Dört yüzü aşkın arkadaşımız da yaralandı. Yaralı arkadaşlarımızdan durumu ağır olanların tedavisi hastanelerde hala devam etmektedir.

Yine yaralı arkadaşlarımızdan Tüm Bel-Sen Edirne Şube Başkanı Esfet Duran’ı da maalesef geçirdiği kalp krizi sonrasında yitirdik.

Emek, Barış ve Demokrasi talebimize bomba koyanların, kendi hayalleri ve gelecekleri için, savaştan, kutuplaşmadan ve gerginlikten beslenen güç odakları olduğunu çok iyi biliyoruz.

10 Ekim’den itibaren her saniye, her dakika, her saat, her gün üzüntümüz öfkeyi, öfkemiz isyanımızı büyüttü. Her anımızda yoldaşlarımızın bıraktığı emek, barış ve demokrasi talebine ve mücadele mirasına sahip çıkmak ve onlara layık olmak için birbirimize kenetlendik ve dayanışmayı hayata geçirmeye çalıştık.

Bu birlikteliğimiz ve dayanışmamız bir nebze de olsa acımızı hafifletti, umudumuzu büyüttü. Ama ne öfkemiz, ne hesap sorma kararlılığımız, ne de isyanımız bitecek. Yitirdiğimiz arkadaşlarımıza sözümüz olan barışı ve demokrasiyi inşa etmek için yapmamız gereken daha çok şey var…

7 Haziran seçimleri sonrasında sadece Ankara katliamı yaşanmadı.

20 Temmuz’da Kobane’de yeni bir hayatın inşasına katkı sunmak için ellerinde Kobaneli çocuklara götürdükleri oyuncaktan başka bir şey bulunmayan 33 sosyalist genç Suruç’ta katledildi.

Ankara’da on binlerin katılacağı bir mitingin başlama noktasında yapılan bombalı saldırı, 7 Haziran seçimine iki gün kala Diyarbakır’daki bombalı saldırının ve 20 Temmuz’da Suruç’ta yapılan canlı bomba saldırısının bir devamıdır. Katliamın ilk gününden itibaren Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından yapılan açıklamalarla ve soruşturmaya dair gizlilik kararıyla, katliamların faillerinin ve hükümetin sorumluluğu gizlenmeye çalışılsa da bu katliamları yapanlar da, buna yol verenler de açıktır. Bizler failleri zaten biliyoruz, tanıyoruz.

Suruç katliamında olduğu gibi Ankara’da da karşı karşıya bırakıldığımız katliamın tetikçisi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının da son olarak açık şekilde ortaya koyduğu üzere tartışılmaz biçimde IŞİD’tır. Siyasi sorumlusu ise elbette AKP iktidarıdır. Mitinge yönelik yapılacak saldırıdan bilgisi olan ve önlem almayanlar, patlamadan sonra miting alanına ambulans göndermeyenler, ambulansların geçişine izin vermeyenler, ambulanstan önce TOMA ve çevik kuvveti yaralı arkadaşlarımızın üzerine salanlar, yaralılara ve onlara yardım etmeye çalışanların üzerine gaz attıranlar, hastanelerde kan ihtiyacı vardır çağrılarını “provakasyon” olarak niteleyenler de katliamdan sorumludurlar.

And olsun ki, sorumlulardan hesap soracağız.

Suruç’ta yaşanan katliam, sonrasında bölgede başlatılan savaş ve batıda yükselen ırkçı gösteriler/linç girişimleri/yakıp yıkmalarla devam etti.

Ülkenin batısında Kürtlerin, Alevilerin, devrimci ve demokratların bulundukları mahallere düzenlenen yürüyüşler, linç girişimleri, ev ve dükkanların yakılıp yıkılması ile birlikte belli başlı il ve ilçe merkezlerinde uygulanan fiili sıkıyönetim uygulamaları, “terörle mücadele” adı altında yaşanan yargısız infazlar, çocuk, genç, kadın ayırt etmeden yapılan sivil katliamlar yaşandı, yaşanmaya da devam etmektedir.

“Özel Harekatçı” olarak bilinen “özel savaş birlikleri”, halka toplu işkence yapmakta, halk zorla yerinden edilmeye çalışılmaktadır. “Özel savaş birlikleri”, bir taraftan “sivil hedeflere” yönelik saldırı ve infazlar gerçekleştirirken, diğer taraftan da yüzü aşkın bölgede “özel güvenlik bölgesi” oluşturularak yeni katliamlara zemin hazırlanmıştır. Halk, “güvenliği sağlamak” adı altında yapılan ev baskınları, keyfi tutuklama, sokaklarda sürekli çatışma çıkarma gibi sıkıyönetim uygulamaları nedeniyle daha büyük kent merkezlerine doğru sürülmektedir. İHD’nin verilerine göre çatışmalı sürecin başlangıç tarihi olan 24 Temmuzdan 9 Ekim tarihine dek 23’ü çocuk 120’ye yakın sivil, güvenlik güçlerinin ya da keskin nişancıların açtığı ateş sonucu hayatını kaybetmiştir. Son dönemde de bu sivil ve çocuk ölümlerine yenileri eklenmiştir.

Tırmandırılan savaş nedeniyle bölgede hizmet veren sağlık emekçilerinin çalışma ve yaşam koşulları da olumsuz biçimde etkilenmiş sağlık emekçilerinin can güvenliği kalmamıştır.

Cizre Devlet Hastanesi’nde görev yapan üyemiz hemşire Eyüp Ergen nöbetten çıkıp evine giderken hedef gözetilerek vurulmuş, yaralanmış ve polisin ambulansa izin vermemesi nedeniyle yaralı halde bir saati aşkın süre bekletilmiş ve bu yüzden hayatını kaybetmiştir.

Beytüşşebap’ta ambulans görevlisi üyemiz Şehmus Dursun görevi başındayken ambulansın özel harekât polislerinin kontrol noktasından açılan ateşle taranması sonucu öldürülmüştür. Diyarbakır Kulp’ta ise Toplum Sağlığı Merkezinde çalışan hekim Abdullah Biroğlu PKK üyelerinin yol kontrolü sırasında öldürülmüştür. Sağlık emekçileri, savaşın fiilen deneyimlendiği bu koşullarda baskı, tehdit, ölüm, yaralanma ve sürgünlerle karşı karşıya kalmaya hala devam etmektedir.

Pek çok bölgede yaralıların hastaneye ulaşması bizzat polis tarafından engellenmiş, ekmek almaya çıkan ya da evinin önünde oynayan çocuklar polis kurşunlarının hedefi haline gelmiştir. Tedavi edilebilir düzeydeki yaralanmalar dahi hastaneye erişimin olmaması nedeniyle ölümle sonuçlanmış ve kronik hastalıkları olanlarla özel tedaviye ihtiyaç duyanlar adeta ölüme terk edilmiştir. Halk kendi imkanlarıyla hayata tutunmaya çalışırken, cenazeler polis terörü nedeniyle günlerce toprağa verilememiştir. Koruyucu sağlık hizmetlerinin verilememesi nedeniyle başta kadın ve yeni doğanlar olmak üzere tüm halkın en temel sağlık hakkı ihlal edilmiştir. Doğum oranının oldukça yüksek olduğu bölgelerde çatışmalı dönemlerde hastanelerde yapılan doğum sayısı oldukça sınır kalmıştır. Hamileler, temiz içme suyunun dahi bulunmadığı evlerde saldırıya açık biçimde doğum yapmak zorunda bırakılmıştır. Eczaneler ve marketler kapalı olduğundan mamaya ve bebek bezine de erişim olmamıştır. Şemdinli ve Yüksekova’da 300’den fazla kadının ya düşük yaptığı ya da düşük şüphesiyle hastaneye kaldırıldığı tespit edilmiştir. Yüksekova Devlet Hastanesi raporlarında negatif gebelik 73, düşük tehdidi 97, erken doğum ve sonradan düşük 76, tam olmayan düşük 28, ölü doğum 10 ve doğumsal hastalıklar 1 olarak açıklanmıştır.

Türkiye’de yaşayan ve halkların kardeşliğine inanan kesimler yıllardır benimsenen çözümsüzlük politikaları nedeniyle ağır bedeller ödemiş, telafisi mümkün olmayan acılar yaşamıştır.

Ne yazık ki, savaş son bulsun, acılar yaşanmasın diye sokağa çıkanlar IŞİD ve işbirlikçileri tarafından katledilirken, bu katliamı kınayanlar da baskı ve soruşturmaya maruz kalmışlardır. Başta Ağrı olmak üzere birçok ilde kamu emekçileri Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarını kınamak için yapmış oldukları basın açıklamaları ve grevler nedeniyle soruşturma geçirmiştir. Açığa alınarak görevinden el çektirilmiş arkadaşlarımız bulunmaktadır.

Giderek tırmandırılan şiddet politikalarının yanı sıra artık bir cins kıyımına dönüşen kadın cinayetlerindeki artış oldukça dikkat çekicidir. Katillerin sudan gerekçelerle ceza indiriminden faydalandırılması da bir başka dikkat çeken durumdur. Saray ve AKP’nin kadınlara karşı politika ve söylemler kabul edilemez bir niteliktedir. Yine neredeyse her gün AKP ekonomisinin motoru olan inşaat sektörü başta olmak üzere belli sektörlerde işçi cinayetleri akıl almaz boyutlara ulaşmıştır.

Toplam açısından bakıldığında 7 Haziran seçimleri sonrasında saray ve AKP, Suruç, Diyarbakır ve Ankara’daki saldırı, devam eden savaş politikaları, “terörizme karşı mücadele” adı altında yürüttüğü şiddet ve operasyonlarla ülkeyi kaosa ve Ortadoğu’daki etnik ve mezhepsel çatışmaların burgacına iterken öte yandan olağanüstü koşullarda 1 Kasım’daki seçimi dayatmış ve 1 Kasım’da anayasayı değiştirecek gücü elde edemese de tek başına iktidar olmak için yeterli milletvekili sayısını elde etmiştir.

Yani iktidarlarını bir kez daha kan ve gözyaşı üzerine oturtmuşlardır.

Katliam ve saldırılarda hayatını yitiren arkadaşlarımızın ve yoldaşlarımızın bizden bekleyeceği gibi zulme, zulmün siyasetçilerine ve  vahşi katillere boyun eğmeyeceğiz; barışı, halkların kardeşliğini, demokrasi ve özgürlük taleplerimizi savunmayı kararlılıkla sürdüreceğiz. Bizleri susturmak, sindirmek, evlerimize hapsetmek isteyenlere inat daha çok örgütleneceğiz, mücadelemizi daha da güçlendirmek için seferber olacağız.

Türkiye’nin emek ve demokrasi güçleri; bölgede emperyalist müdahalelere “hayır” diyen, mezhep savaşlarına son vermeyi amaçlayan, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde barış içinde ortak yaşam stratejisi etrafında laik, demokratik, eşit haklara dayalı ortak yaşam mücadelesini savunmaktadır. Bugün de Ortadoğu’da ve bölgede iç savaşlara, çatışmalara son vermenin, IŞİD gibi katil çetelerin dayanaklarını ortadan kaldırmanın tek yolu budur.

Sevgili mücadele arkadaşlarım,

7 Haziran seçimlerinin ardından ülkede ortaya çıkan bu tablo içerisinde, kamu emekçilerinin toplu sözleşme görüşmeleri de sürdürülmüştür. Konfederasyonumuz, aynı zamanda savaş hükümeti de olan yetkisiz müstafi bir hükümet ile toplu sözleşme yapılamayacağını, savaş hükümeti ile yapılacak toplu sözleşme görüşmelerinin kamu emekçilerine kazandıracağı hiç bir şey olmayacağını ısrarla belirtmiş; nitekim savaş konseptinde ve sendikaların AKP’yi yıpratmamak adına hükümet etrafında saf tuttuğu bu ortamda yapılan “toplu sözleşme mutabakatı” ile kamu emekçilerinin hakları önümüzdeki bir dönem için daha gasp edilmiştir.

2,5 milyonu kamu emekçisi, 2 milyonu emekli olmak üzere yaklaşık 5 milyon, aileleri de kattığımızda en az 20 milyon insanı yakından ilgilendiren ve 2016-2017 yıllarını kapsayan toplu sözleşme görüşmeleri 3 Ağustos’ta başlamış ve 22 Ağustos’ta AKP-Memur Sen ittifakının “tarihi mutabakatı” ile sonuçlanmıştır.

AKP-Memur-Sen ittifakı bir kez daha kendisinden bekleneni yapmış, yeni bir “Satış Sözleşmesi”ne imza atmıştır. AKP ile Memur Sen arasında imzalanan son satış sözleşmesi ile 2016 için yüzde 6+5, 2017 için yüzde 3+4 sefalet zammı yapılmıştır. Kamu emekçilerinin geçmiş yıllardaki ekonomik kayıplarının yanı sıra, yıllardır çözüm bekleyen en temel sorunlar Memur Sen tarafından gündeme bile getirilmemiştir.

Kamu emekçilerinin 2014 yılındaki ekonomik kaybı %12’yi bulurken, Ocak 2015’ten bu yana TL’deki değer kaybı %20’yi aşmıştır. Sürekli artan enflasyon, yükselen döviz kuru nedeniyle yaşanan devalüasyon ve vergi dilimi uygulaması da hesaba katıldığında, yaşanacak ekonomik kaybın çok daha fazla olması kaçınılmazdır. Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin ve sendikamızın ifade ettiği acil sorunlar ve talepler gündeme bile getirilmemiştir.

Memur Sen kamu emekçilerine rağmen imzaladığı bu sözleşme ile kamu emekçilerinin Türk Metal’i olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Metal işçileri nasıl kendi iradelerini yok sayan Türk Metal’i cezalandırdı ise, bugün aynı durumun kamu emekçileri açısından da gerçekleşmesi gerekmektedir. Kamu emekçilerine düşen öncelikli görev, kendilerinden çok AKP’yi düşünen yandaş sendikalara gerekli yanıtı vermektir. Metal işçileri iradelerini tanımayan Türk Metal’i nasıl işyerinden kovdularsa, kamu emekçileri de yandaş Memur Sen’e üye sendikalardan istifa ederek tepkisini göstermelidir. Bu konuda konfederasyonumuz KESK ve üye sendikaların öncü olması gerekmektedir. Aksi takdirde ileride benzer satış sözleşmelerinin gündeme gelmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Tüm bu ortam içerisinde sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar artarak sürmüş, ekonomik ve sosyal haklar hiçe sayılmaya devam edilmiş, hak arama mücadelelerinin bastırılması için baskı ve ihlaller arttırılmıştır. Savaşın ve şiddetin yeniden tırmandırılması sonucunda ise özellikle acil sağlık hizmetlerine erişimde çok önemli sorunlar yaşanmaktadır. Sağlık emekçilerine yönelik baskı ve şiddet bu hizmetleri çoğu zaman durma noktasına getirmekle kalmamış, hastaların yanı sıra pek çok emekçinin hayatının da devlet açısından ne kadar kolay gözden çıkarılabilir olduğunu pek çok kez ortaya koymuştur.

AKP iktidarı 7 Haziran sonrasındaki süreci bir yandan savaş, silah ve şiddetle yönetirken, bir yandan da ekonomik vaatler sıralayarak emekçileri tekrar kendisine yedekleme ve beklenti yaratma politikası izlemiştir. 13 yıldır iktidarda olan AKP değilmiş gibi, kendisinin bilinçli olarak uyguladığı politikaların yarattığı sonuçları biz “çözeceğiz” diyerek hamaset yapmıştır. Asgari ücreti 1300 TL’ye çıkartmaktan, taşeron çalışanların kadroya geçirileceğine kadar kendi politikalarının tam tersi olan vaatler ortaya atmıştır.

1 Kasım’ın hemen ardından ise emekçiler için nasıl bir yaşam planladığını bir kez daha ortaya sermiştir. Sermaye örgütlerinin tamamı yaptıkları açıklamalarla AKP’nin tek başına iktidarını selamlarken iktidar sözcülerinden ilk açıklama asgari ücret konusunda gelmiştir: “biz yaparız demedik, komisyona öneririz dedik”. Hazırda bekleyen sermaye örgütleri ise hamlelerini yapmaya başlamıştır. Ankara Sanayi Odası Başkanı “Bana samimi fikrimi sorarsanız asgari ücret tamamen kaldırılmalı” derken, İstanbul Sanayi Odası Başkanı da yaptığı yazılı açıklamada asgari ücretin artabileceğini söylerken “SGK primi işveren payında üç puanlık indirim sağlanmasını” talep etmiştir. Hepimizin bildiği üzere asgari ücret biz kamu emekçilerini de doğrudan etkileyen en büyük toplu sözleşmedir, sermaye ve iktidarı da bu sözleşmeye hazırlanmaktadır…

Yine AKP iktidarı, 657 sayılı yasada değişiklikler getiren, emekçiler için iş güvencesinin tamamen ortadan kaldırılacağı bir düzenleme planladığını açıklamıştır. Bildiğimiz üzere, kamu emekçilerinin zaten kırıntı halinde kalmış olan kadro güvencesi AKP’nin başından beri hedefinde idi ve bu konuda epey yol aldı. Mevcut güvencesizlik durumunu yeterli görmeyen AKP, şimdi, 1 Kasım ile birlikte paralelcileri devlet kurumlarından uzaklaştıramıyoruz gerekçesini kendilerine dayanak yaparak bir kez daha iş güvencesinin son kırıntılarına da göz dikmiştir.

Özellikle sağlık alanında yürüttüğümüz ortak mücadeleyle, fiili ve hukuksal pek çok kazanımın ardından taşeron işçilerin kadro talebi bütün ülkenin gündemi olmuştur. AKP iktidarı seçim öncesi taşeron çalışanların kadroya alınacağı vaadi ile emekçilerde bir beklenti yaratmıştır. AKP’nin taşeron çalışma ile ilgili politikası da emekçilerin beklentisini kendine dayanak yapmak politikası da bellidir. Seçim sonrasında yapılan açıklamalarda da hızla bu vaatlerini geri çekmeye, çarpıtmaya yönelik yaklaşımlar açığa çıkmıştır. Kamuda sadece asıl işleri yapanlara kadro vereceğiz diyerek çok sınırlı sayıda çalışan için ne olacağı belli olmayan bir düzenleme yapılarak emekçilerin kandırılmak istendiği ortadadır. AKP, emekçileri en güvencesiz ve en kötü çalışma koşullarında eşitlemekte kararlıdır.

Sevgili mücadele arkadaşlarım;

Bu süreçte bize düşen ise AKP’nin halkları birbirine düşman eden, içeride ve dışarıda savaş politikalarını hız kesmeden sürdüren, demokratik haklarımızı gasp ederek emek ve demokrasi güçlerini zapturapt altına alan faşizan uygulamalarına karşı direnişi büyütmektir.

Bunun yanı sıra kamusal alanda uygulanan piyasalaştırma ve köleleştirme politikaları başta olmak üzere sağlıkta uygulanan dayatmacı politikalar ile sağlık alanını tahrip eden, sağlık emekçilerini köleleştiren, hastaları müşteri yapan piyasacı sağlık sistemine; sosyal hizmetleri iktidarın arka bahçesi olarak kullanan, sosyal hizmet emekçilerini insanca çalışacak ve yaşayacak koşullardan, sosyal hizmetlerden yararlananları da insan onuruna yaraşır destek hizmetlerini almaktan uzak tutanlara ve kadın düşmanlarına karşı bugün düne göre sesimizi daha gür çıkarmak, ortak talepler etrafında birleşerek birlikte mücadele etmek,

Bugün dünden daha kararlı bir şekilde haklarımız için sokağı daha etkin kullanmak zorundayız.

Bu nedenle Merkez Temsilciler Kurulumuz bugüne kadar yürüttüğümüz başta asgari ücret, bütçe, fazla çalışma/angarya, fiili hizmet zammı, personel yasasında yapılacak değişikliklerle güvencesiz çalışma hayatı, emekliliğe yansıyacak temel ücret vb. konularında işyerlerinden başlayarak örgütlenme ve mücadele programı oluşturmalıdır.

Bu duygu ve düşüncelerle bir kez daha merkez temsilciler kurulumuzu selamlıyorum.

Hepimize kolay gelsin, yolumuz açık olsun.

İLETİŞİM: SES – Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Çankaya, Kızılay, Necatibey Cad. No:82 D: 4, 06420 Ankara Telefon: (0312) 232 61 22 e-Posta: [email protected]